Kpss A Grubu – Türkiye Ekonomisi

KPSS SON TEKRAR, ÖNERİLER ve TAHMİNLERİM
KPSS SON TEKRAR, ÖNERİLER ve TAHMİNLERİM

Kpss A Grubu – Türkiye Ekonomisi konu anlatımı ve ders notları

TÜRKİYE EKONOMİSİ

Osmanlı Devleti döneminde ekonomi, tarım ve ticarete dayalı bir yapı içindeydi. Osmanlı Devleti, tarım ürünleri ve bazı maden cevherlerini ihraç edip, tüketim, ara ve yatırım malları ithal eden bir ekonomik yapıya sahipti. Batı Avrupa ülkelerinin tarımsal ve sınai malları için tam bir açık Pazar konumunda olan imparatorlukta, yıkıcı ve haksız rekabete dayanabilen halıcılık, bakırcılık, dokumacılık.. faaliyetleri günümüze kadar gelebilmiştir. Osmanlı Devleti, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dış ticaret ve bütçe açıklarını kapatmak için içerden ve dışardan sürekli borçlanmaktaydı. Lozan Antlaşması sırasında toplam dış borç miktarı 161,3 milyon lira olarak belirlenmişti.

Bu kısa açıklamadan sonra, Türkiye’nin iktisadi tarihinin ana çizgileri, şu sırayla anlatılacaktır:

-2. Dünya savaşı öncesi dönem

-2. Dünya savaşı yıllarında ve sonrasında ekonomik durum

-Anti- devletçi dönem veya Demokrat Parti dönemi

-Planlı Kalkınma Dönemi

-2000’li yıllar

İlk dönemi 1923 yılından başlatacağız… Cumhuriyetin ilk yıllarında yani ulusal ekonomiye geçiş süreci içinde, demiryolu yapımı öncelikle ele alındı. Ülkenin bir merkez bankası yoktu, işleri yabancı bir banka olan Osmanlı bankası yürütüyordu. 1929 yılında büyük buhranın patlak vermesiyle, özellikle tarım ürünleri piyasalarında fiyatlar hızla düştü, dolayısıyla geleneksel tarım ürünleri ihracatçısı olan Türkiye’nin döviz gelirleri hızla düştü. 1930 yılıyla birlikte, devletçiliğin gereği olan ekonomik yasalar ve kurumlar hayata geçirildi. T.C. Merkez Bankası, 1931 yılında faaliyete geçti. Bugünkü anlamda bir kalkınma bankası olan Sümer Bank kuruldu. Hammaddesi ülke içinden sağlanacak sınai yatırım projelerine bankanın öncelik vermesi öngörülmüştü.

1934-1938 yıllarını kapsayan birinci beş yıllık sanayi planı uygulamaya kondu. Enerji ve madencilik konusundaki işletmeleri bir merkezden yönetmek için Eti Bank kuruldu. Esnaf ve sanatkarın kredi ihtiyacını karşılamak üzere Halk Bankası bir kamu bankası olarak örgütlendi.

Türkiye, kırk milyona yakın insanın ölmesine neden olan 2. Dünya Savaşı^nın dışında kaldı. Fakat ekonominin dengelerinin bozulması ve sanayileşmenin durması önlenemedi. Savaş yılları boyunca ülkede mal kıtlıkları yaşandı, karaborsa ve kaçakçılık dizginlenemedi, enflasyonla mücadelede başarılı olunamadı, ülkenin dış ticaret hacmi daraldı. 1946 yılında Demokrat  Parti kuruldu ve anti-devletçi iktisat politikaları, ülkenin gündemine oturdu. Ülkenin dış ekonomik ilişkilerinde ve sanayileşme hedeflerinde yeni düzenlemelere girişildi. Örneğin 1946’da TL, ABD doları karşısında %50 oranında devalüe edildi, önceki planda yer alan ağır sanayi projeleri rafa kaldırıldı. 1950 yılında demokrat Parti, tek başına iktidar oldu.

Demokrat Parti Dönemi, 1950-1960 yıllarını kapsıyor. 1950’de başlayan  Kore Savaşı’nın etkisiyle, tarım ürünleri ve hammadde fiyatlarının hızla yükselmesi sonucu hükümet, tarım sektöründe üretimi arttırmaya yönelik önlemler aldı. Bunun dışında sanayileşmenin özel kesim öncülüğünde yürütülmesi ve dış ekonomik ilişkilerde devlet müdahalelerinin asgariye indirilmesi hedefleri kararlaştırıldı.

Neoliberal dönemin yani DP döneminin temel kurumu Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’dır. (1950) Banka, özel kesime orta ve uzun vadeli sanayi yatırım kredisi vermek üzere büyük ticaret bankalarınca örgütlenmişti. 1960 yılına dek,“ithal ikamesi” stratejisine uygun olarak kurulan ve daha çok tüketim malı üreten sınai işletmelere destek veren bu banka Dünya Bankası’nın teknik ve mali yardımlarından yararlanmıştır.

Bu dönemde kamu harcamalarının karşılanmasında gerçek gelirler yerine ortaya çıkan kamu finansman açığını kapatmak için, büyük çapta ve sürekli olarak MB kaynaklarında başvuruldu. Enflasyonla beslenen büyüme, yoksulluğu artırdı; ancak “her mahallede bir milyoner”in doğmasına da neden oldu…

1954 yılından itibaren baş gösteren döviz dar boğazını aşmak için, ithalatta liberalleşmeye son verildi. İthal ikamesi yoluna gidilmesi için KİT’lere yeniden yatırım yapma ve izni verildi. Yani yeniden Türkiye’de sanayi sektöründe kamu ve özel kesim yan yana, işbirliği içindeydi.

Artık Türkiye “dolar bölgesi” ne katılmıştı. Özellikle ABD çıkışlı yabancı sermaye Türkiye’ye gelmeye ve özel kuruluşlarla işbirliği yapmaya başlamıştı. Ancak ülke 1958 yılının ortalarında döviz dar boğazı nedeniyle, ithalat ve yatırım yapamadığı gibi kurulu tesisleri de girdi yokluğundan çalıştıramıyordu; bu durum iç piyasada mal kıtlıklarının, enflasyonun ve işsizliğin yaygınlaşmasına yol açmıştı. Ağustos 19582de Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı’nın (OEEC) hazırladığı raporla istikrar önlemleri alındı. Bu önlemler kısaca şöyle idi:

  • TL’nin değeri düşürülecek
  • Para arzı sıkı kontrol altına alınacak
  • KİT ürünlerinin fiyatları yükseltilecek
  • İhracatı artırmak için farklı kur sistemine geçilecek
  • Bütçe denkliği için gelirler artırılırken harcamalar kısılacak…

Bu önlemler sayesinde OEEC ülkelerine olan 400 milyon dolar borcun ertelenmesi sağlandı. Ancak, artık ABD ve batı avrupa ülkelerinden ek kredi alınamayacağı da anlaşıldı. Bu kez Doğu Bloku ülkeleriyle takas yoluyla ticarete girişildi. Dönem sonunda ülkenin borcu 1 milyon dolara ulaştı. DP, 27 Mayıs 1960 darbesiyle iktidardan uzaklaştırıldı.

PLANLI KALKINMA DÖNEMİ

1961 Anayasası yürürlüğe girdikten sonra, CHP – Adalet Partisi (AP) koalisyon hükümeti kurulmuştu. Birinci beş yıllık kalkınma planı, on beş yıllık perspektif planın birinci dilimi olarak hazırlanmıştı. Plan için seçilen model, sektörel boyutları olan basit Harrot – Domar tipi büyüme modeliydi.

Birinci beş yıllık kalkınma planı, 1965 – 1967 yıllarına kapsıyordu. Ancak hükümet, planın birinci programını 1963 yılı başında yürürlüğe koyamamıştı. Zaten planın ilk yılı dolmadan İnönü Hükümeti istifa etti, bağımsızlarla kurulan yeni hükümet, ulusal tasarrufları artırmak yönünde vergi ve KİT reformlarını gerçekleştiremedi. Fakat planın ikinci yılında, yurt dışına giden işçiler döviz göndermeye başlayınca dış tasarruflarda beklenmedik bir artış oldu.

Aralık 1964’te AET ile imzalanan Ankara Antlaşması hükümete itibar kazandırmıştı; fakat içerde siyasal istikrarsızlığın yeni boyutlar kazanmasıyla, İnönü Hükümeti’nin bütçesi reddedildi. Meclisteki bu yeni gelişme, İsmet İnönü’yü istifa ettirdi. 1965’te yaşanan erken seçim sonucunda, Süleyman Demirel’in başkanlığındaki Adalet Partisi çoğunluğu sağladı. Planın son iki yılında, Sovyetlerle kurulan ekonomik ilişkiler sonucu büyüme, Sovyet yardımıyla 1966 yılında % 12’ye ulaştı. Bu, son otuz yılın en yüksek büyüme hızıydı.

Kısaca, birinci beş yıllık kalkınma plan döneminde öngörülen hedeflere ulaşılmıştı; özel sektör sınai yatırımlarının yıllık veya toplam olarak plan hedeflerini aştığı, ihracatın ithalatı karşılama oranının dönem içinde yükseldiği gözlendi.

İkinci beş yıllık  kalkınma planı, 1968 – 1972 yıllarını kapsar. İkinci plan, şu temel hedefleri benimsemişti;

  • Büyüme hızı ortalama olarak % 7 olacak,
  • Sanayi sektörü “sürükleyici” görev yapacak,
  • Sanayi sektörü ortalama olarak % 12 büyüyecek
  • Tarım yılda % 4,1 oranında büyüyecek
  • Enflasyonist ve deflasyonist eğilimlere karşı çıkılacak
  • Yurtiçi tasarrufların GSMH’ye oranı % 22,6’ya çıkarılacak
  • Dış tasarrufların GSMH içindeki payı düşürülecek
  • Cari işlemler açığı düşürülecek.

Demirel hükümetinin popülist politikaları, ekonomiyi ve rejimi 1970’lerden itibaren dar boğazlara sürükledi. 1970 yılında % 66 oranında devalüasyon yapıldı. Yani 1$ = 15 TL oldu. Fakat bu tedbir işe yaramadı., siyasal, sosyal ve ekonomik dar boğazların sonu gelmedi. 1971’de bir darbe daha yaşandı.

1971 hükümeti kurmakla Nihat Erim görevlendirildi. Turgut Özal Başbakanlık müşavirliğine alındı ve bir ay sonra Dünya Bankası2na ABD’ye gönderildi… 1971’de 11 ilde sıkıyönetim ilan edildi, 1961 Anayasası’nda değişiklikler yapılarak çok sayıda yasak getirildi. 1972’de Nihat Erim’in istifasıyla ikinci plan döneminin hükümetini Ferit Melen kurmuştu. Bu dönemde öngörülen ortalama büyüme hızına ulaşıldığını görüyoruz. (%7)

ikinci plan döneminde, “dış ticaret” açığı yıldan yıla artmış, ihracatın ithalatı karşılama oranı düşmüştür.

Üçüncü beş yıllık kalkınma planı, 1973 – 1977 yıllarını kapsar. Ocak 1973 yılında yürürlüğe giren planın bir yılı dahi dolmadan Melen Hükümeti istifa etti ve yerine Naim Talu hükümeti geldi. Bu hükümetin 1973’te ülkeyi genel seçimlere götürmesiyle, 1974’te CHP – MSP koalisyonu göreve başladı. CHP’nin başına Bülent Ecevit geçmişti.

1973’te petrol ihraç eden arap ülkelerinin girişimiyle hampetrol fiyatı 2,5 dolarken, 11,6 dolara yükseltilmişti. Bu petrol şoku, petrol iithalatçısı Türkiye’nin dış ticaret açığının üç misli artmasına neden olmuştu. Bunun yanında 1974 yılındaki Kıbrıs harekatı da ülkenin gündemine oturmuştu. Koalisyon Hükümeti,  eylül 1974’te dağıldı. Sadi Irmak hükümeti kurmakla görevlendirildi. Güvenoyu alamayan hükümetin ardından Ecevit’in azınlık hükümetinin de güvenoyu alamaması sonucu 1977 yılında S. Demirel, “Milliyetçi Cephe (MC)” hükümetini kurdu.

Üçüncü plan da bir Harrod-Domar tipi büyüme modeliydi, ancak planlı dönem başlatılırken benimsenmiş  on beş yıllık perspektif planı anlayışı terkedilmişti. AET ile imzalanan Katma Protokol uyarınca 22 yıl sonra gümrük duvarlarının tamamen kalkması öngörülmüştü. Bu açıdan plan, hızlı sanayileşmeyi ve tüketim malları yerine ara ve yatırım malları üretiminin ağırlık kazandığı bir sanayi yapısına ulaşmayı hedef almıştı. Üçüncü planın başlıca ekonomik ve osyal hedefleri şöyleydi;

-Nüfusun 1995 yılında 65 milyonu aşmaması yönünde önlem alınacak

-Yılda ortalama olarak GSMH %7,9 oranında büyüyecek

-Sektörel büyüme hedefleri tarımda %4-4,5 düzeyinde, sanayide &11,5-12 düzeyinde gerçekleşecek

-Yatırımların %12’si tarımda, %45’i sanayide, %43’ü de hizmetlerde gerçekleşecek.

Üçüncü plan dönemde GSMH’nin ortalama yıllık büyüme hızı, %6,5 olarak gerçekleşmiştir. Plan döneminde ortalama olarak tarım, %3,5 oranında büyümüştür. Sınırlı büyümeye rağmen çift rakamlı enflasyon yerleşmiştir. Bu dönemde dış ticaret bilançosu sürekli açık vermiştir. Plan dönemi sonunda (1977) Türkiye’nin toplam dış borçları, 11,439 milyon dolar düzeyine çıkmıştır. Bunun %58’i kısa, geri kalanı da orta ve uzun vadeli olan dış borçtur. Artık ülke vadesi gelen dış borçları ödeyemez hale gelmiştir. Türkiye IMF ve dış açıklar güdümünde borç ödeme planı hazırlamış, bu durum ülkenin itibarını yok olma düzeyine düşürmüştür.

Dördüncü Plan Dönemi; 1979-1983 yıllarını kapsar. 1977’de çok hassas bir çoğunlukla kurulan B.Ecevit hükümeti, dördüncü planın hazırlıklarını başlatmıştı. İlk kez bir öğretim üyesi iktisatçı Prof. Bilsay Kuruç (SBF) , DPT’nin başına geçmişti. Ancak 1979’da istifa eden B. Ecevit’in ardından S: Demirel, yeniden (altıncı kez) başbakan olurken, Turgut Özalı da Başbakanlık Müsteşarlıği’na ve DPT Müsteşar vekilliğine getirmişti. Ve bu ikili, birlikte 24 Ocak kararlarını hazırladılar. Ardından 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleşti. Yeni hükümeti emekli oramiral Bülent Ulusu kurdu. Bu hükümette ekonomik işlerden sorumlu başbakan yardımcılığı görevi T. Özal’a verildi. Ecevit Hükümeti ve plancıların hedefleri tabi ki gerçekleştirilmedi.

Dönem, Türkiye tarihinde bir kara leke olarak yerini almıştır. Türkiye’li insanlar yoksullaşmış, ekonomi gerilemiştir. Aşağıdaki tabloda  dördüncü plan döneminin temel göstergeleri yer almaktadır.

 YILLAR ENFLASYON BÜYÜME HIZI% DIŞ AÇIK MİLYON$
 1978 52.6 2.9 -2311
 1979      63.9 -0.4 -2808
 1980 107.2 -1.1 -4999
 1981 36.8 4.1 -4231
 1982 27.0 4.5 -3097
 1983 30.5 3.3 -3508

Ülkenin ekonomi tarihinde ilk kez 1946’da %104 olan üç rakamlı enflasyon, 1980’de %107 olmuştur. Yaşanan döviz kıtlığı kasım 1979’da petrol fiyatlarının 24 dolara çıkmasıyla daha da büyümüş, yatırımların ertelenmesine, üretimin daralmasına, mal kıtlıklarının ve kuyruklarının yaygınlaşmasına neden olmuştur. Kaçak ithalat ve ihracat büyük boyutlara ulaşmıştır. 1980 yılında her türlü sendikal faaliyetler askıya alınmış, DİSK kapatılmıştır. Sanayileşme durmuş, işssizlik büyük boyutlara ulaşmıştır. 1981’de 5100’e yakın bir ayarlama ile 1 dolar= 142 TL olmuştu. Dolayısıyla ihracatta bir artış gözlendi. Türkiye için 1981 yılı, yepyeni uygulamaların yürürlüğe girdiği bir yıldı. MB, “günlük döviz kuru ilanına” na başladı, Sermaye Piyasası Kanunu yürürlülüğe girdi . Dördüncü plan döneminin sonunda, işsizlik, tekelleşme, hayali ihracat ve gelir dağılımında dengesizlikler, önceki dönem verileri aşacak  şekilde artmıştı.

Dördüncü plan döneminde 24 Ocak 1980’de yürürlüğe konan “İstikrar Programı”nın kısa vadede öngördüğü hedefler şunlardı;

-Enflasyonu düşürmek

-Para arzının kısılması ve serbest faize geçilmesi

-TL’nin yüksek oranda devalüe edilmesi

-kamu harcamalarının küçülmesi

-KİT’lere açıklarını kapatmaları için zam yapma yetkisinin verilmesi

-Esnek kur, günlük döviz kuru uygulamasına geçilmesi

-Yabancı sermaye girişini hızlandıracak önlemlerin alınması

-İhracata dayalı sanayileşmenin özendirilmesi

Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi1985-1989 yıllarını kapsar. 1982 Anayasası, yürürlüğe girdikten sonra Özal Hükümeti, 1983 yılında göreve başladı. Özal hükümetinin politikalarının ortak hedefi “piyasa ekonomisi”ne geçişi hızlandırmaktı. Ancak hükümetin kararları sık sık değişiyordu ve çok sayıda olumsoz gelişmeyle birlikte süreç işliyordu. Beşinci plan döneminin sonunda, 1989’da enflasyon oranı %69,6’ya çıkmıştı. Büyüme hedefi ise %5,1 seviyesinde gerçekleşmişti. Hükümetin üreticiyi değil de doğrudan ihracatçıyı desteklemesi, çok sayıda hayali ihracatçının ortaya çıkmasına neden oldu. Öte yandan her türlü ithalat serbest bırakılarak sanayici olma yerine ihracatçı olmak çok cazip hale getirilmişti. İhracatın da dönem sonuna doğru hızla azalması kendiliğinden döviz piyasasına yansıdı. 1984 yılında 375 TL olan ABD doları, 1989 yılı sonunda 2141,7 TL oldu. Bozulan dengeler, yurt dışına kaçan döviz miktarının hızla artmasına neden olmuştur. Plan dönemi içinde toplam dış borçlar katlanmıştır. Adı “serbest piyasa” ekonomisi olan ülkelerde enflasyon düşmüyorsa, o ülkede gelir dağılımı hızla bozuluyor demektir. Bu açıdan, 5, plan dönemi, “zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olduğu” bir dönemdir.

Türk finansal sisteminin gelişme süreci 1980 sonrası aşağıdaki sırayla gerçekleşmiştir. 1981’de faiz hadleri serbestleştirilmiş,

1984’te döviz alımları serbestleştirilmiş

1989’da kambiyo kontrolleri kaldırılarak, yurt dışı sermaye hareketleri serbestleştirilmiş

1986’da SPK oluşturulmuş

1987’de MB açık piyasa işlemleri başlatmıştır.

Altıncı Beş Yılık Kalkınma Planı Dönemi, 1990-1994 yıllarını kapsar. Bu plan daha yürürlüğe girmeden T. Özal, cumhurbaşkanı oldu. Başbakanlığa Yıldırım Akbulut atandı. 6. planın üretim, genel denge, kamu finansmanı ve ödemeler dengesi konusunda hedefleri şöyle sıralanmıştı;

-GSMH sabit fiyatlarla yılda ortalama %7 oranında büyüyecek

-GSYİH içinde tarımın payı azaltılıp, sanayinin payı arttırılacak

-İmalat sanayinin bileşimi içinde tüketimin ara mallarının payı azalacak, yatırım mallarının payı artacak.

-Toplam tüketim azaltılacak

-Plan döneminde ekonominin dışa açılma süreci devam ettirilecek ve dış ticaret hacminin GSMH içindeki payı arttırılacak.

Bu dönemde dünyada da çok önemli gelişmeler yaşandı. Doğu Bloku ülkeleri, Sovyet Rusya  dağıldı, kanlı 1991 yılında Kuveyt’e harekat düzenledi ve bu savaşın iktisadi açıdan çok büyük külfetini Türkiye yüklenmek zorunda kaldı.

Ülkede 1991 yılında erken genel seçime gidildi. Ancak hükümet kurulamadı. T.Özal tarafından, seçimden birinci parti olarak çıkan DYP başkanı S. Demirel’e hükümeti ky,urma görevi verildi. Ardından DYP-SHP koalisyon hükümeti kuruldu. Hazırlanan “Sanayileşme ve Atılım Programı”nın yürürlüğe konamadığını görüyoruz. Ülkede vergilendirilmeyen gelir sahipleri, vergi kaçıranlar, her türlü haksız kazanç elde edenlerin refahı hızla yükseldi. 1993 yılında S. Demirel TBMM tarafından cumhurbaşkanı seçildi. Ve Demirel, haziran 1993’te 50. hükümeti kurma görevini Tansu Çiller’e verdi. 6, planın son yılı olan 1994 yılına girilirken, devalüasyon söylentileri gerçek oldu ve MB TL’yi dolar karşısında %13,6 oranında devalüe ederek kuru 17,250 TL olarak ilan etti. Hemen ardından döviz tevdiat hesaplarının munzam karşılık oranları arttırıldı. Hazine giderek artan nakit açığını kapatmak için üç ay vadeli brüt %90!  Faizli hazine bonosu çıkardı. Hazine ile bankalar arasında para piyasalarında meydana gelen rekabet sonucu, bankalar bir yıl vadeli mevduat faizini %105 ‘e çıkardı. Ardından Hazine, bir yıl vadeli ve %125 faizle tahvil çıkardı.

MB, para piyasalarındaki yönlendirme ve denetim görevini yapmayınca spekülatörler etkili olmaya başladı. Mali piyasalarda yaşanan bu çalkantılara, 1994 tarihli yerel yönetimler seçimleri eklendi; ülke “seçim ekonomisi” havasına girdi. Seçimlerden RP ile  MHP kazanarak çıktı. Koalisyon Hükümeti’nin başarısızlığı devam ediyordu, bankalar yıllık faiz oranını %115’e çıkarınca, hazinenin vadesi gelen iç ve dış borçlarını ödeyebilmesi için daha yüksek faizle borçlanması gerekiyordu. Bu durum, ,kısa vadeli dış sermaye girişini hızlandırırken artan ithalatla dış sermaye tekrar dışarıya gidiyordu. Dolayısıyla yerli ve yabancı mali kurumlar ucuza alıp, devlete pahalı satarak büyük karlar elde etmektedirler. Yani bu dönemde yükselen kamu açıklarına bağlı olarak artan iç faiz oranları, sıcak para girişini hızlandırmış ve TL’nin reel olarak aşırı değer kazanmasına neden olmuştur. Bu gelişme, işgücü maliyetindeki reel artışlar, (özellikle de sendikalı işçilerin) doğrudan ve dolaylı ihracat teşviklerindeki azalmayla birleşerek Türk ekonomisinin hızla rekabet gücünün azalmasına neden olmuştur. Sonuçta yüksek kamu açıklarından kaynaklanan ekonominin iç dengesizlikleri dış dengede de bir bozulmaya neden olmuş, ithalat hızla artmış, ihracat yavaşlamış ve dış ticaret açığı önemli bir boyuta ulaşmıştır. Hızla bozulan iç ve dış dengeler 1994 yılı başında para, sermaye ve döviz piyasalarında ciddi bir krize yol açmıştır.

5 Nisan 1994 günü başbakan T. Çiller tarafından “olağanüstü istikrar tedbirleri” açıklandı. Bu programın üç ana hedefi vardı;

  1. Enflasyonu hızla düşürmek, TL’ye değer kazandırmak, ihracat artışını artırmak.
  2. Bir taraftan ekonominin hızla istikrara kavuşturulması amaçlanırken, diğer taraftan da istikrarı sürekli kılarak yapısal reformları gerçekleştirmek.
  3. kamu açıkları hızla aşağı çekilirken,üretim yapan sübvansiyon dağıtan devlet yapısından, piyasa mekanizmasının tüm kurum ve kurallarıyla işleyen bir devlet yapısına geçmektir.

Bu amaçlara yönelik olarak istikrar programı ve yapısal önlemler hükümet tarafından açıklanmıştır. Bu yapısal önlemler arasında, vergi reformu, özelleştirme, tarımsal destekleme politikaları ve kamu kesiminde istihdamın rasyonalizasyonu, ayrıca sosyal güvenlik kurumlarının mali dengeye kavuşturulmaları ve yerel yönetimlerin idari ve mali

açıdan güçlendirilmeleri  konularında yapısal düzenlemelre gidilmesi saylabilir.

Bunun ardından uluslarası rating kuruluşu olan Moody’s’in Türkiye’nin kredi notunu düşürmesi, MB’nin rezervlerinin azalmaya devam etmesi ve para piyasalarında 2 milyar dolar kadar likidite fazlasının bulunması, 6 Nisan günü doların 17,500 TL’den 40,000 TL’ye yükselmesine neden oldu. MB anında İnter Bank’ta gecelik faizi %1000’e çıkardı. Bu şokun yaşanmasında Hazine müsteşarı ile MB Başkanı arasında işbirliği eksikliğinin etkili olduğu anlaşılınca, müsteşar Osman Ünsal görevinden alındı…

8 Nisan günü dolar, serbest piyasada 32,000 TL’ye düştü. Bankalar, üç aylık hazine bonosu faizlerine paralel olarak,  üç aylık mevduat faizini %140’a çıkardılar.

Hükümet TL’ye güveni arttırmak ve tasarrufların bankalara dönmesini sağlamak amacıyla 6 Mayıs 1994’te bankalardaki tüm mevduatların sigorta kapsamına alındığını ilan etti.

Ardından bankalar arası faiz yarışı başladı ve küçük bankalar üç aylık faizi %160’a kadar çıkardılar. Hazine 13 Haziran’da Türkiye’nin mali tarihinin en yüksek şok faizini uygulayarak yıllık bileşik faizi %406 olan üç aylık %200 faizli hazine bonosu çıkardı. Bu şok faizle, döviz piyasaları bütünüyle durgunluğa itildi. Ve ardından 8 Temmuz 1994’te IMF’le stand-by anlaşması yürürlüğe girdi.

Altıncı planın sonunda Türkiye üç rakamlı enflasyon ve negatif büyüme dolayısıyla “stagflasyon” içinde ayakta durmaya çalışmıştır.

İç borçlar, 800 trilyon TL, dış borçlar 65 milyar doları aşmış, buna rağmen negatif büyümeyle işsizlik ve yoksullaşma devam etmiştir. Küçük bir azınlık ise faiz temettü, kira ve kar gelirlerini katlamaya, kayıt dışı ekonomi giderek büyümeye devam etmiştir.

1990’lardaki kriz sürecinin ekonomideki yansımaları, kamunun borçlanma gereğindeki hızlı artış ve iç borç faiz yükündeki artışlarda ifadesini bulmaktaydı. 1989’da başlayan uluslararası sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesine yönelik düzenlemeler, yarı bilinçli bir refleksle kamu kesimi borçlanma gereğinin  uluslararası kısa vadeli sermaye (sıcak para) girişleriyle karşılanmasını olası kılmıştır. Bu durum, ulusal ekonomiyi doğrudan doğruya uluslararası spekülatif finans-kapitalin çıkar alanına itmiş ve sıcak para akımlarına bağımlı bir yapıyı doğurmuştur.

Altıncı plan dönemine ait ekonomik durum göstergeleri aşağıda verilmiştir:

  

YILLAR

  

ENFLASYON

  

BÜYÜME HIZI

 DIŞ TİCARETAÇIĞI TOPLAM   DIŞ

BORÇ

 1990 48.6 %  9.4 -9.3 MİLYAR$ 49 MİLYAR $
 1991 59.2 0.3 -7.5 50.5
 1992 61.4 6.4 -8.2 55.6
 1993 60.3 8.1 -14.1 67.4
 1994 149.6-6.1 -5.2 65.6
 1995 64.9 8.0 -14.1 73.2

Kimi iktisatçılara göre , 1994 krizinin nedeni, ekonomini temellerini yıkan 32 nolu KHK’nın yarattığı tahribatla açıklanır.   1989’dan önce yasal olmayan, ancak tahminlere göre çok büyük boyutlara varan sermaye kaçışları, 1989’da 32 nolu KHK ve değişikleri yoluyla yasalaştı. Türkiye’nin bu tarih itibariyle dolaysız dış yatırımlar yoluyla küçük ölçüde küreselleşme hareketine katıldığı anlaşılıyor. Türkiye’nin sadece dolaysız yatırımları değil, diğer yollardan sermaye çıkışlarıyla da dışa açıldığı ve giderek artan faiz gelirini dışardan sağlamaya başladığı anlaşılıyor. 1989’dan itibaren yasallaşan dışarıda “menkul kıymetler”e yatırım olanağıyla, 1993 sonuna kadar 268,7 milyon dolar ülkeden çıkmış. Bunların büyük kısmı, tahvil ve bonolara yapılan, faiz geliri sağlayan yatırımlardır.

Şu noktayı da saptamak gerekir; cari işlemler açıklarıyla birlikte artan dış yatırımlar ilginç bir çelişki yaratmakta, Türkiye’nin dış yatırımları da dış borçlanmayla karşılanıyor demek oluyor. Çünkü, iç tasarruflar, yurtiçi yatırımları dahi karşılamaya yetmiyordu.

Sonuç olarak, 32 nolu kararın gerektirdiği gibi TL konvertible olmuştu. Ancak konvertible para gibi işlem görmüyordu. Fakat hükümet, semaye hareketleri serbestliğine bağlıydı ve bunu IMF’e garanti etmişti. Olayı da sadece bir finans piyasası krizi olarak görüyordu. İlan edilen  5 Nisan Paketi bu yaklaşımı açıkça gösterdi. (Kimi çevrelerce savunulan 32 nolu kararın iptali önerisi dikkate dahi alınmadı.)

1 Ocak 1995’te yürürlüğe konulması öngörülen 7. plan dönemi, 1996 Ocak’ta başladı. Bu  süreç içinde 6 Mart 1995’te AB ile Gümrük Birliği Antlaşması imzalandı.  24 Aralık 1995’te  erken seçime gidildi, bu yüzden kamu harcamaları kontrolden çıktı, bütçe yasalaşamadı, derken ülke için borçlanmanın maliyeti dış piyasalarda yükseldi.

Yedinci Beş Yıllık Plan Dönemi, 1996-2000 yıllarını kapsar. AB ile imzalanan Gümrük Birliği Antlaşması, planla birlikte yürürlüğe girmiş, yeni bir dönem başlamıştır. Planın ilk uygulama yılının programını yani 1996 yılı programını Çiller’in başında bulunduğu koalisyon hükümeti hazırlayıp, yürürlüğe koymuştu ( DYP-CHP koalisyonu ). Ancak ülke,1995 erken seçimlerinin ardından yeni bir koalisyon hükümeti arayışı içine girmiştir.

28 Haziran 1996’da RP ile DYP Koalisyon hükümeti Necmettin Erbakan’ın başkanlığında kuruldu. Piyasalarda, bu dönemde önemli gelişmeler yaşandığı söylenebilir. N. Erbakan’ın “denk bütçe tasarısı “ meclise sunuldu; kamu harcamalarında bir azalma eğilimi yok, vergi gelirinde olağan dışı bir artış öngörülmüyor, geriye vergi dışı kamu gelirlerinde önemli artışa dayanan bir denklik kalıyordu.1996’da meydan gelen temel gelişme ve değişmeler, şöyle sıralanabilir;

  1. %7,1’lik bir büyüme hızı gerçekleşti
  2. Enflasyon hızla yükseldi, %84,9 oldu. (1995 yılı sonunda %65,6 olarak hesaplanmıştı)
  3. İhracatın ithalatı karşılama oranı % 54,5 düzeyine indi. (1995’te %60 civarındaydı, gümrük birliğinin etkisi düşünülmelidir.)
  4. Toplam dış borçların GSMH’ye oranında düşüş gözlenirken, iç borçların GSMH’ye oranı yükselmiştir. Dış borçlar içinde kamu payı azalma eğilimi gösterirken özel bankaların ve şirketlerin artma eğilimini sürdürmüştür.
  5. 1996 yılı konsolide bütçe nakit açığı, öngörülen düzeyi aşmıştır. Nakit açığının GSMH’ye oranı, 1995’te %3,7 iken, 1996 sonunda %8,4 gibi yüksek bir düzeye ulaşmıştır.
  6. Toplam iç borçlar anapara ve faiz olarak 1996’da %158 artmıştır.

1997 yılına gelindiğinde N. Erbakan’ın istifası gerçekleşti. (MGK’nin 28 Şubat kararlarının etkisiyle) Ardından Cumhurbaşkanı S. Demirel tarafından hükümeti kurma görevi Anavatan Partisi’ne, Mesut Yılmaz’a verildi. 1997 yılı sonunda ekonomik durumda önemli bir değişiklik yoktu; yüksek enflasyona karşı büyüme devam ediyordu. Kayıt dışı ekonominin beslediği ve iç ve dış talebin etkisi bu sonuçta çok etkiliydi. 1998’e gelindiğinde de, enflasyonun büyük bir sorun olarak devam ettiğini, ancak aylık enflasyon oranlarında düşme eğilimini görüyoruz. Bu plan dönemi boyunca, vergi tabanını genişleten, vergi reform tasarısı ele alınıyor, özelleştirme hızlanarak devam ediyordu. Ancak ülke yeni bir krize doğru yol alıyordu.

Türk bankacılık sektörünün 1989 sonrası, asıl işlevlerinden biri olan reel sektör yatırımlarını finanse etmeyi bir tarafa bıraktığını, spekülatif kazançları öne çıkartan bir finansal birikim modeline sürüklendiğini söyleyebiliriz. Bankacılık kesimi, devlet iç borçlanma senetlerinin neredeyse monopsonist tarzda bir alıcısı haline gelmiştir. Bankaların bu dönemde içine girdikleri spekülatif rantiye davranışının kaynağı, temel olarak yurt dışından getirilen kısa vadeli yabancı sermayenin yurtiçinde TL olarak değerlendirilmesidir. Ancak bu işlem bankalar açısından, yabancı para cinsinden yükümlülükleri ve TL cinsinden varlıkları açısından bir uyumsuzluk yaratacaktır. Teknik ifadeyle ‘açık pozisyon’ olarak tanımlanan bu uyumsuzluk bankacılık sisteminin kırılganlığının ve büyümenin ardındaki koşulların yapaylığının göstergesidir.

1998’in ikinci yarısı itibariyle derinleşen ekonomik kriz, bir yandan dışsal şokların, bir yandan da 1990’lar boyunca sürdürülen dışa bağımlı  yapay büyüme stratejisinin ve çarpık toplumsal bölüşüm ve birikim mekanizmalarının artık tıkanmış olmasından kaynaklanmaktaydı. Devlet, 1990 sonrasında ekonominin birikim önceliklerini doğrudan doğruya kısa vadeli dış sermaye girişlerinin özendirilmesine dayandırarak,kısa süreli ve yapay büyümeyi gerçekleştirmeyi tercih etmiştir. Bu olgu, ulusal ekonomiyi tamamaen dışa bağımlı bir hale getirmiştir. Bu süreçte kamu kesimi tasarruf ve yatırım yapamaz hale gelmiş, özel sektör birikim terchleri giderek reel üretici sektörlerden uzaklaşmaya başlamıştır. İşgücü piyasalarında kuralsızlaşma artarken, toplumsal gelir dağılımı da ciddi olarak bozulma aşamasına girmiştir. 1999 tarihinde MB ve Hazine Müsteşarlığı tarafından ortaklaşa hazırlanarak IMF’ye sunulan niyet mektubu, Türkiye ekonomisinin 2000’li yılların başındaki hedeflerini ortaya koymaktadır. 2000 Enflasyonu Düşürme Programı, 1999 niyet mektubuyla somutlaşmıştır.

Ülkemiz 2000’li yılların başında, derin ve toplumsal etkileri giderek yoğunlaşan bir kriz sürecinden geçmiştir. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) eşliğinde şekillenen iktisat politikaları toplumsal yapının bütününde dönüştürücü etkiler yaratmaktadır. Özelleştirmeler ve kamusal denetimin daraltılması politikaları ile sürdürülen bu dönüşümlerin toplumsal maliyetleri artan işsizlik ve yoksulluk olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye ekonomisi sistematik olarak kırılganlaşmış; potansiyel krizlere yatkın hale getirmiştir.

Bilindiği gibi Türkiye, 2000’li yıllara IMF ve DB güdümlü istikrar politikalarıyla girdi. Programın uygulamaya geçirilmesinin hemen ardından yaşanan iki büyük krize (2000 Kasım ve 2001 Şubat) rağmen dönemin siyasal iktidarları ve AKP hükümetleri istikrar politikalarının temel felsefesini tümüyle desteklemeyi “kararlı” bir şekilde sürdürdü. Mevcut AKP hükümeti 2004 yılında IMF ile üzerinde mutabakat sağladığı yeni stand-by (yakın izleme) anlaşmasıyla bu sürecin 2007 yılına değin süreceğinin de garantisini uluslararası sisteme vermiş durumda. Kamuoyuna temel hedefi, ekonomideki iç ve dış borç stokundaki artışları kontrol altına alarak, Türkiye ekonomisini yeniden “istikrarlı” bir büyüme yoluna oturtmak şeklinde duyurulan programın, bu hedefin çok ötesinde Türkiye toplumunun yeniden yapılandırılması yolunda çok daha kalıcı “düzenlemeleri” içerdiği artık herkesçe biliniyor. Söz konusu düzenlemelerin asli ve en önemli hedefi “kamusal alan” olarak tanımlanabilecek sosyal güvenlik sistemi, eğitim, sağlık, v.b.’deki kamusal hizmet ve kazanımların budanarak, bu hizmetlerin metalaştırılması, giderek özelleştirilmesi olduğu da bilinen bir gerçek.

Acaba bu durum yalnızca Türkiye’de mi yaşanıyor? Uzunca bir süredir hükümet çevrelerinin Türkiye bürokratlarınca tasarlanan ve uygulanan ekonomik ve siyasal politikalar olarak savundukları düzenleme ve uygulamalar ne kadar Türkiye’ye özgü? 1980’li yılların başlangıcı tıpkı Türkiye gibi çevre ekonomilerin çoğunda da IMF ve DB güdümlü “istikrar ve yapısal uyum” programlarıyla şekillendi. Söz konusu politikalar 1990’ların başında bu iki kurumun politika ve amaçlarındaki uyumlaşma şeklinde tanımlanabilecek, ilki Washington Mutabakatı, ardılı Washington Mutabakatı Sonrası olarak anılan, küresel düzeyde kapitalizmin yeniden yapılandırılmasını hedefleyen iktisadi ve siyasal politikalar şeklinde tüm ulusal devletlere uymakla yükümlü oldukları zorunlu yapısal hedefler olarak sunuldu. Birinci ve İkinci Kuşak Yapısal Reformlar olarak da anılan bu politika dayatmalarında birinci kuşak düzenlemeler ekonomiyi daha fazla öncelemekte ve ulus devletlerin piyasalarını küresel kapitalizmin piyasa kurallarına sınırsızca açmalarını öngörmekteydi. Bu amaçla ticaretin tümüyle serbestleştirilmesi, sermayenin önündeki kısıtlamalarının kaldırılarak ülkelerin uluslararası finans ağlarına açılması ve bu hedeflere uygun olarak sürdürülen kuralsızlaştırma (de-regülasyon) ve özelleştirme politikaları, birinci kuşak politikaların temel çerçevesini oluşturmaktaydı. Türkiye’nin 1989’u izleyen yıllarda sermaye hareketlerinin serbestleştirmesiyle başlayan mali dışa açılma süreci, büyük ölçüde bu birinci kuşak politikaların hayata geçirilme sürecinin bir parçasıdır. Hatırlanacağı gibi bu dönemde ülkemizdeki egemen iktisat siyasetinin dilini etkin piyasalar, hantal devlet, yüksek ücret talep eden sendikalar, verimsiz KİT’ler ve özelleştirmeler söylemleri oluşturmaktaydı. İkinci kuşak “reformlar” birinci kuşak reformların tamamlayıcısı niteliğinde olsalar da, devlete verdikleri işlev açısından önemli bir farklılık taşımaktadır. Bu fark ulusal piyasaların küresel piyasaların gereğine göre işlemesi için kurumların ve yasaların önemli olduğuna ilişkin vurgularda açıkça ortaya çıkmaktadır. Başka bir deyişle birinci kuşak reformlarda piyasa kuralları karşısında edilgen olarak tanımlanan devletin, ikinci kuşak reformlarla yerini piyasanın toplumsal olan her alana yaygınlaştırılması görevini üstlenen etkin düzenleyici devlete (re-regülasyon) bırakması söz konusudur. Böylece ulusal devletler kendi tarihsel ve toplumsal ilişkilerince biçimlenen kurumsal ve hukuksal yapılarını küresel hukuk ve kurumların dayatmaları karşısında yeniden tanımlama ve düzenlemeye tabi kılmışlardır. Farklı ulusal devletlerin kurumsal ve yasal düzenlemeleri arasında eşgüdüm ve ortak standartlar sağlama amacı, özünde küresel sermayenin “tek hukuk” sistemini tüm dünyaya yaygınlaştırma arayışından başka bir şey değildir. Karar alma süreçlerinin toplumların kendi anayasal kurumlarından, küresel kurallara tâbi “bağımsız” düzenleyici üst kurullara devri ve kamusal alanın giderek daha fazla ticarileştirilmesi, küresel sermayenin kullandığı temel araçlardan biridir. Siyasetin ekonomiden ayrılması şeklinde meşrulaştırılmaya çalışılan bu süreç toplumun geniş kesimlerinin siyasal süreçlerden uzaklaştırılması sonucunu doğurarak, küresel sermayenin ve bu sermayenin yerli uzantılarının toplumsal yapılar üzerindeki tahakkümlerini artırmaktadır. Söz konusu düzenlemeler etrafında Türkiye’nin 2000’li yıllardan bu yana geçirdiği süreç değerlendirildiğinde, yaşadığımız sürecin basit anlamda yalnızca ekonominin “istikrara” kavuşturulması olmadığı, Türkiye toplumsal yapısının kökten yeniden düzenlemelere tâbi tutulduğu daha açık ortaya çıkmaktadır.

Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (15 Mayıs 2001)

Türkiye, 2000 yılı boyunca uygulamış olduğu “kur çapasına dayalı enflasyonu düşürme” programının art arda yaşanan iki krizle çökmesini izleyen dönemde, 14 Nisan ve 15 Mayıs tarihlerinde iki aşamada açıklanan yeni bir istikrar programını uygulamaya koymuştur. Önceleri “ulusal program”, daha sonra da “güçlü ekonomiye geçiş programı” (GEGP) olarak tanımlanan yeni istikrar arayışının temel amacı kamuoyuna “…güven bunalımını ve istikrarsızlığı süratle ortadan kaldırmak ve… bir daha geri dönülmeyecek şekilde kamu yönetiminin ve ekonominin yeniden yapılandırılmasına yönelik altyapıyı oluşturmak” şeklinde duyuruldu.

GEGP’ye göre “eski düzene” dönmek artık mümkün değildir. Program, siyaset ve ekonomi alanlarının ayrıştırılması temelinde, devletin fonksiyonlarının esas itibariyle “denetim” ve “eğitim, sağlık ve adalet” gibi kamu hizmetleri ile sınırlanacağı bir düzeni hedeflediği iddiasındadır.

Bu programın oluşturulması, Türkiye’nin dünya ile ilişkilerinden kopuk bir olgu değildir. GEGP, 24 Ocak 1980 tarihinde başlayan ve Türkiye’nin dünya ekonomisi ile düşük vasıflı emek ile üretilen metalar üreten bir çevre ekonomisi biçiminde bütünleşmesinde yepyeni bir evreyi teşkil eden sürecin son halkasıdır. Bu bütünleşme biçimi, Türkiye ile dış dünya arasında her türlü mal, hizmet ve sermaye hareketlerinin üzerindeki denetimleri kaldırmaya yöneliktir. Oysa Türkiye’nin ve diğer azgelişmiş ülkelerin tarihi göstermektedir ki; serbestleştirme lehindeki savların aksine, gelişmiş ülkelerle bizimki gibi azgelişmiş ülkeler arasında denetimsiz mal ve hizmet ticareti ve sermaye hareketleri azgelişmişliği derinleştirmektedir. Nitekim ülkemizde 1980’den bu yana sürdürülen neoliberal uygulamalar, beklenenin aksine, ulusal tasarrufları artırmamış, yatırım hacmini genişletmemiş ve istikrarlı bir büyüme ortamını bir türlü sağlayamamıştır.

Bu çerçeveden bakıldığında GEGP, son on yılda istikrarsızlık – kriz – yapay büyüme – istikrarsızlık sarmalında bocalayan Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarına nasıl bir çözüm getirmektedir? Getirdiği iktisadî önlemler ve hedefler açısından ne kadar “yeni” bir programdır ve başarısız olan “2000 Enflasyonu Düşürme” programından ne ölçüde farklılaşmaktadır? Her iki programın da hedeflediği yeniden yapılanma Türkiye toplumunun birikmiş sorunlarına çözümler mi getirecektir, yoksa bu sorunları derinleştirecek midir?

Programın temel hedefi, “sürdürülemez boyutlara” varmış olan kamu borçlarına yol açan “borç dinamiğinin” ortadan kaldırılarak Türkiye ekonomisinin “bugünkü gibi olağanüstü bir dış yardıma muhtaç kalmayacak” bir yapıya kavuşturulmasıdır. Bu uzun vadeli temel hedefe ulaşmanın ana şartı ise makroekonomik dengelerin kurulmasıdır. Ancak söz konusu dengenin kurulması, ekonomide kısa vadede bir daralmayı gerektirmekte; bu ise toplumun değişik kesimlerinin fedakârlığını gerekli kılmaktadır. Nitekim GEGP ilk yılı olan 2001 yılı için millî gelirde %3,0 düzeyinde bir daralma ve ardından 2002’de %5, 2003’de ise %6 artış hızı öngörmektedir.

Bu süreçte tüketici fiyatları endeks artış hızı 2001 yılında %52,5, 2002’de %20,0, 2003’te de %15,0 olarak tahmin edilmektedir. Konsolide bütçeden net faiz ödemelerinin millî gelire oranı ise 2001’de %20,1, 2002’de %19,1, 2003’de de %16,1 olacaktır. Kamu kesiminin net borç stokunun millî gelire oranının aynı yıllarda, sırasıyla, %78,5, %70,4 ve %64,9 olacağı öngörülmektedir.  Bu oranlar içinde geçen net iç borçların milli gelir içindeki payının 2001’de %44,3, 2002’de %42,1, 2003’de %41,5 olacağı hesaplanmaktadır.  Net iç borç stokunun millî gelire oranının enflasyonu düşürme programının uygulamaya konulduğu 1999 yılında %40,9 olduğu düşünülürse, Türkiye ekonomisinin mevcut “istikrar” programının sonunda gelinecek noktada, iç borç stoku IMF programının ilk uygulanmaya başlandığı yıldaki noktadan farklı değildir. Dolayısıyla, GEGP’nin net iç borç hedefi aslında 1999’dan bu yana ki uygulamanın yol açtığı bozulmayı düzeltme çabasından öte gitmemektedir.

Programın ana hedefi olan kamu kesimi borçlanma dinamiğinin kırılması için gerekli olan koşul ise bankacılık kesimine yeniden işlerlik kazandırılmasıdır. Bu amaçla GEGP malî piyasalar ve para piyasalarına ilişkin düzenlemeleri zorunlu görmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde mevcut program, öncelikle parasal sermayenin krizden çıkış programı niteliğindedir.

GEGP’nin reel ekonomiye yönelik politikaları ve beklentileri ise açıktır. Temel olarak bu politikalar, yurtiçi talebin daraltılması ve ihracat için bir fazla oluşturulmasını amaçlamaktadır. Bunu gerçekleştirmek için bir yandan kamu kesimi harcamalarını kısarak ve emek ve kırsal kesim gelirlerini bastırarak yurtiçi talebin azaltılması, öte yandan kur makası, ücret maliyetlerinden ve tarımsal ürün fiyatlarından sağlanacak tasarruflar aracılığı ile ihracatın teşvik edilmesi öngörülmektedir. Ayrıca Türkiye’deki dışa açılma sürecinin mevcut aşamasında, özelleştirme ve kuralsızlaştırma yoluyla yer üstü ve yeraltı kaynaklarının giderek yabancı tekelci sermayenin güdümüne bırakılmasına hız verilmektedir. Sonuç itibariyle, son yirmi yıldır son derece yetersiz ölçekte sabit sermaye yatırımı yapılan sanayi sektörünün sorunlarına gerçek hiçbir çözüm önerilmemektedir. Hiçbir sanayileşme hedefi olmayan GEGP, Türkiye’de 1980’li yıllardan bu yana sürdürülmekte olan ucuz-marjinalleşmiş emeğe ve taşeronlaşmaya dayalı ihracat yapısını dönüştürecek, ulusal sanayiin rekabet gücünü geliştirecek bir strateji sunmak bir yana, bu yönde bir “vizyona” bile sahip değildir.

SONRAKİ SAYFAYA GEÇİNİZ

[wp_ad_camp_5]

sonraki sayfadan devam ediniz

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.