I.Dünya Savaşının Sebepleri(1914-1918)
Savaşın Genel Nedenleri
1- Fransız İhtilali sonucunda ortaya çıkan düşüncelerin hızla yayılması
2- Sanayi İnkılabı sonucunda gelişen sanayi, beraberinde hammadde ve Pazar ihtiyacını da ortaya çıkarmıştı. Hammadde ve Pazar ihtiyacı ise sömürgeci devletleri karşı karşıya getirdi. (savaşın ana sebebi)
3-Almanya ve İtalya’nın siyasi birliklerini kurmaları sonucunda Avrupa’nın siyasi dengesinin bozulması
4-Bloklar arası silahlanma yarışının hızlanması
Savaşın Özel Nedenleri
1- Almanya ile İngiltere arasında ortaya çıkan siyasi ve ekonomik rekabet
2- Fransa’nın Sedan Savaşı sonucunda Almanya’ya kaptırdığı Alses Loren bölgesini geri almak iste¬mesi
3-Boğazları ele geçirip sıcak denizlere inmek isteyen Rusya’nın Almanya ve Avusturya–Macaristan’ı etkisiz hale getirme düşüncesi.
4- Rusların Slavları birleştirme (Panslavizm) politikasının Avusturya-Macaristan’ı etkilemesi (Slav-Germen çatışması)
5- Rusya’nın Balkanlara yönelik politikasının Balkanlar üzerinden Orta Doğuya açılmak isteyen Almanya’yı tedirgin etmesi.
6- Siyasi birliğini geç tamamlayan İtalya’nın yeni sömürgeler ele geçirmek ve Akdeniz’de etkili olmak istemesi.
7- Dini ve kültürel yayılma yarışı
8- Hanedanlar arası mücadeleler
9- Avusturya-Macaristan Veliahtı’nın Bosna-Hersek ziyareti sırasında öldürülmesi savaşın başlaması için bir kıvılcım olmuştur.(savaşın başlamasını sağlayan olay)
İttifak Grubu(Bağlaşma)
1-Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
2-Almanya
3-İtalya( İtalya savaş başlamadan önce İttifak grubundaysa da savaş başladıktan sonra; Avusturya ile çıkarları çatıştığı, Almanya’dan beklediği başarıyı bulamadığı, isteklerine İtilaf bloğunda ulaşacağına inandığı ve Gizli Antlaşmalarla kendisine yapılan teklifleri cazip bulduğu için 1915’den itibaren İtilaf bloğuna geçmiştir.)
4-Osmanlı Devleti
5-Bulgaristan (Bulgaristan’ın savaşa girmesi ile Almanya ile Osmanlı arasında kara bağlantısı kurulmuştur.)
NOT: Balkan Savaşları Osmanlı ile Bulgaristan’ın I. Dünya Savaşına girmesinde etkili olan ortak sebeptir.
İtilaf (Anlaşma) Grubu
1-İngiltere
2-Fransa
3-Rusya
4-İtalya
5-Japonya
6-Sırbistan( Savaştan sonra Yugoslavya’nın çatısı altında siyasi varlığı sona erdi)
7-Romanya( Rusya’nın baskıları ve Avusturya topraklarındaki emellerinin bir sonucu olarak savaşa girdi)
8-Belçika(Almanya’nın Fransa’ya saldırırken Belçika üzerinden geçmesi, Belçika’yı savaşın içine çekti.)
9-Karadağ (Savaştan sonra Yugoslavya çatısı altında siyasi varlığı sona erdi.)
10-Yunanistan (Savaşın başlangıcında, gidişatında ve sonucunda önemli bir etkisi olmayan Yunanistan; savaşa en son katılan devlettir.)
11-Portekiz
12-ABD(ABD Almanya’nın ticaret ve yolcu gemilerini batırması ve ABD ile arasında gerginlik bulunan Meksika ile işbirliği yapması üzerine 2 Nisan 1917’de savaşa katıldı. ABD’’in savaşa girmesiyle savaşın dengesi itilaf lehine bir şekil aldı. Savaşın başlangıcında etkili olmayan ABD savaşın sonu¬cunda etkili olmuştur. ABD savaşa girerken Wilson Prensiplerini yayınladı. ABD’nin savaşa girmesi savaşın süresinin kısalma¬sında, savaşın İtilaf Devletleri lehine sonuçlanmasında, Rusya’nın savaştan çekilmesinden dolayı oluşan boşluğun doldurulmasında etkili oldu. ABD savaşa girmekle tarafsızlık politikasını da bozmuş oldu.)
13-Brezilya
PARİS BARIŞ KONFERANSI (18 Ocak 1919)
Ateşkeş antlaşmasından hemen sonra barışın sürekliliğini sağlamak amacıyla yapılan Paris Barış Konferansıns 32 devlet katılmış ancak Osmanlı devleti davet edilmemiştir.Konferansta görüşülen konular ve alınan kararlar:
1-Osmanlı Devleti’nin paylaşımı
2-Avrupanın sorunları,sınırların yeniden belirlenmesi
Konferansın kararlarına hakim olan devletler ise; İngiltere, Fransa, ABD ve İtalya idi. Bu devletlerin başbakan ve dışışişleri bakanlarından oluşan bir “Büyük Dörtlü” kuruldu. Fakat konseye en çok İngiltere ve Fransa hakim oldu. Konseye bizzat katılan Wilson’un temel düşüncesi, uluslararası ilişkilerde barışı ve güvenliği sağlayacak ve onu sürekli kılacak bir Milletler Cemiyeti’nin kurulmasıydı. Buna karşı İngiltere ve Fransa’nın düşüncesi ise, barıştan çok barış düzeninde kendi milli menfaatlerinin en iyi şekilde gerçekleşmesini sağlayacak durum ve şartların oluşturulmasına yönelikti. Özellikle Fransa’nın amacı; Almanya’nın her yönüyle etkisiz hale getirilmesini sağlamaktır, ingiltere; Alman donanmasını ortadan kaldırmayı ve Almanya’nın Avrupa’nın statükosunu tekrar bozmasını önleyecek tedbirleri almayı istiyordu. İtalya, konferansta fazla dikkate alınmadı ve etkili olamadı.
Konferans sonunda ,itilaf devletleri sömürgecilik anlayışı yerine “Manda ve Himaye”sistemini ortaya atmışlardır.
En fazla tartışılan mesele Osmanlı ile imzalanacak olan antlaşma olmasına rağmen;aralarında çıkar çatışmasına düşen galipler Osmanlı ile imzalanacak olan antlaşmayı karara bağlayamamışlardır. Batı Anadolu’nun kendisine bırakılması için çaba harcayan Yunanistan konferansa Batı Anadolu’da Rumların çoğunlukta olduğunu gösteren ve İzmir civarında Rumların Türkler tarafından katledildiğini ileri süren sahte raporlar ile geldi. Güçlü bir İtalya’nın Batı Anadolu’da varlığını istemeyen İngiltere Yunanistan’ın verdiği sahte raporları kullanarak İzmir ve civarının Yunanistan tarafından işgal edilmesini Konferansa kabul ettirdi. İtalya ise bu durumdan dolayı konferansı terk etti. İtilaf devletleri arasında ilk çatlak oluştu. Uluslararası barışın korunması ve sorunların ortaklaşa görüşülmesi için Milletler Cemiyeti’nin kurulmasına karar verilmiştir. I.Dünya Savaşı’nda yenilen devletlerle yapılacak barış antlaşmalarını esasları belirlenmiştir. Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulması kararlaştırılmıştır. Arap yarım adasını,Filisti’ni Suriye’yi ve Irak’ımanda sistemi ile yönetecek bir devletin tayin edilmesi kabul edilmiştir.
Barış Antlaşmaları
1-Versailles(Versay) (28 Haziran 1919)
Versay Antlaşması Almanya ile imzalanmıştır.
Bazı Maddeleri:
1-Almanya Alses bölgesi ve Saar bölgesini Fransa’ya; deniz aşırı bölgelerini İngiltere, Fransa, Belçika ve Japonya’ya bıraktı.
2-Danzig serbest bölge olarak kabul edildi.
3-Almanya Avusturya ile birleşmemeyi garanti etti.
4-Almanya Yugoslavya ve Çekoslovakya’yı tanıdı.
5-Askerlik mecburi olmaktan çıkarıldı
6-Kiel Kanalı ve Alman nehirleri uluslararası hale getirildi.
7-Almanya ekonomik yükümlülüklere uyacağını ve savaş tazminatını vereceğini kabul etti.
Önemi:
1-İngiltere en güçlü rakibinden kurtuldu
2-Almanya uzun süre savaşamayacak hale getirildi
3-Antlaşma hükümlerini uygun bulmayan Almanya II. Dünya Savaşının çıkmasında etkili oldu
4-Alman sömürgeleri İngiltere, Fransa, Belçika ve Japonya arasında paylaşıldı.
2-Saint Germain (10 Eylül 1919)
Bu antlaşma Avusturya ile imzalanmıştır.
Bazı Maddeleri:
1-Avusturya Macaristan, Yugoslavya ve Çekoslovakya’yı tanıdı
2-Almanya ile birleşmemeyi garanti etti
3-Malubiyetin gerektirdiği yükümlülükleri kabul etti.
NOT: Avusturya’nın denizle bağlantısı kesildi.
3-Neuilly Antlaşması (27 Kasım 1917) Bu antlaşma Bulgaristan ile imzalanmıştır.
Bazı maddeleri:
1-Bulgaristan Gümülcine ve Dedeağaç’ı Yunanistan’a; Dobruca’yı Romanya’ya bıraktı.
2-Malubiyetin getirdiği yükümlülükleri kabul etti.
3-Ordu 25.000 ile sınırlandırıldı.
NOT: Bulgaristan’ın Ege ile bağlantısı kesildi.
4-Trianon (Triyanon)Antlaşması (6 Haziran 1920) Macaristan’daki rejim değişikliği nedeniyle bu antlaşmanın imzalanması gecikmiştir. Macaristan bu antlaşma ile bağımsız bir devlet olarak tanınmakla beraber denize çıkışı olmayan küçük bir devlet haline gelmiştir.
NOT: Macaristan’a malüb devlet muamelesi yapılmıştır.
Barış Antlaşmalarının Özellikleri:
1-Yeni devletler kuruldu
2-Askeri ve ekonomik sınırlamalar getirildi
3-Sınırlar değiştirildi.
Brest Litovsk Antlaşması(3 Aralık 1918) Rusya Kafkas cephesini terk ederek Kars, Ardahan ve Batum’u Osmanlı’ya geri verdi. 1c-Önemi:
1-Kafkas, Galiçya, Makedonya ve Romanya cephesi kapandı
2-Berlin Antlaşması ile kaybedilen Elviye-i Selase Rusya’dan geri alındı
3-Osmanlı askerî yönden rahatladı
4-İtilaf bloğu sarsıldı.
Açıklamalar:
1-Brest-Litowsk Antlaşmasını İtilaf Devletleri onaylamadı.
2-Ruslar Kafkaslardan çekilince; Gümrü civarında, İngilizlerin desteğiyle Ermeni Devleti kuruldu.
3-Türkler antlaşmadan sonra geçici olarak Hazar’a kadar ilerlemiştir.
4-Ruslar Elviye-i Selase’de plebisit yapılmasını istemiştir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1918′de, İttifak Devletleri ile Ukrayna Cumhuriyeti ve Sovyet Rusya arasında Brest-Litovsk’ta imzalanan antlaşma. Barış görüşmeleri, Sovyet hükûmetinin isteği üzerine başladı. Görüşmelerden uzun süre bir sonuç alınmadı. Görüşmeler kesilince Almanlar saldırıya geçtiler. Bunun üzerine Ruslar görüşmelere yeniden başlamak zorunda kaldılar.
Bu antlaşmalara göre Sovyet hükûmeti 3 Mart 1918′de Ukrayna, Polonya ve Baltık topraklarıyla Finlândiya’dan çıkmayı kabul ediyor ve 1878 yılında ele geçirdiği Kars, Ardahan ve Batum’u Osmanlı İmparatorluğu’na geri veriyordu. Antlaşma, 15 Mart 1918′de Sovyet Kongresi tarafından onaylandı. Ukrayna ve Rusya ile ilgili antlaşmaların her ikisi de Almanya’nın İtilâf Devletleri ile imzalamak zorunda kaldığı 11 Kasım 1918 tarihli ateşkes antlaşmasıyla yürürlükten kalktı.
ANTLAŞMALARIN KORUNMASI DÖNEMİ
Avrupa’da I,Dünya Savaşı’ndan sonra İttifak Devletleri’ne imzalatılan antlaşmalar kalıcı ve gerçek bir barış sağlamadı.hatta İttifak devletlerine zorla dikte ettirilen bu antlaşmalar Avrupa’da siyasal karmaşanın artmasına yol açtı. Ağır koşullu antlaşmalara maruz kalan ittifak devletleri bu antlaşmaların koşularının değişmesinin gerekli olduğu inancındaydılar.Örneğin Almanya savaş sonrasında Versay antlaşmasından kurtulmak için büyük çaba sarf etmiştir. Alında Savaş sonrası Avrupa’da İttifak devletleri dışında kalan devletlerin de sorunları arttı. eni Siyasi ,asker, ve ekonomik gelişmeler devletlerin politikalarını yeniden gözden geçirmelerine yol açtı.Savaş sonrasında galip devletlerden FRANSA:savaşta elde ettiği çıkarları korumak.İNGİLTERE:ekonomik kayıplarını gidermek,İTALYA:amacına ulaşamadığından yeni çıkarlar elde etmek amacındaydı.ABD ve SSCB ise Avrupa siyasetinden büyük ölçüde uzaklaşmışlardı.Böylesi bir atmosferde büyük devletler dünya barışının sürekliliğini sağlamak için çalışmaları hızlandırdılar.Bu çalışmalar sonucunda şu gelişmeler yaşandı:
1-Milletler Cemiyeti(Cemiyet-i Akvam):uluslar arası barışı sağlamak ve güvenliği korumak amacıyla İtilaf Devletleri Milletler Cemiyeti’nin kurulmasını kararlaştırdılar.(28 Nisan 1919)10 Haziran 1919’da Londar’da çalşımalar başlayan Milletler Cemiyeti 10 Ocak 1920 de resmen kuruldu.Bu cemiyetin merkezi Cenevre olarak belirlendi.Asıl amacı ulusalararası barışı korumak olan kuruluş yazık ki büyük devletlerin çıkarlarını korumak pahasına ilkelerinde ödün verdi.Sınır gibi,azınlık gibi konularda ezilen uluslardan yana tavır takınacağına ,büyük devletlerin organı gibi faaliyet gösterdi.Bu durum uluslar arası bir cemiyetin güvenirliğini yitirmesine sebep olmuştur.
2-Locarno Antlaşması:Alsas-Loren bölgesi yüzünden xıx.yy.da savaşan Fransa 1925 yılına gelindiğinde Almanya’ya olan güvensizliğini gerekçe göstererek yeni bir düzenlemeye ihtiyaç olduğunu bildirdi.Milletler cemiyeti daimi üyesi olan Fransa’nın bu çağrısı üzerine Fransa ile çoğu sınır komşusu olan Almanya,Belçika,Yugoslavya,Polonya ve İngiltere arasında bir antlaşma imzalandı.(1 Aralık 1925)Bu antlaşma ile ülkeler arasındaki sorunları barış yoluyla çözümlenmesi ,antlaşmazlıklarda milletler Cemiyeti’nin hakem olması karalaştırıldı.
3-Kellogg Paktı: Kellogg Paktı barışın sürekliliğini sağlamak ,devletlerarası ilişkilerde zor kullanmayı ,askeri mücadeleyi önlemek amacıyla 27 Ağustos 1925’de imzalandı.ABD, İngiltere,Almanya ,Japonya ,çekoslavakya ve Belçika gibi devletler Paris’te bir araya gelerek bu paktın oluşmasını sağlamışlardır.
Monroe Doktrini
Monroe doktrini, Amerikan Cumhurbaşkanı Monroe’nin, 2 Aralık 1823’de “Monroe Doktrini” olarak bilinen prensiplerini kongreye sunduğu doktrin. Öngördüğü hususlar şöyle idi:
a. Elde ettikleri ve sürdürdükleri özgür ve bağımsız durumları ile Amerika Kıt’aları bundan böyle Avrupa devletlerinden herhangi birinin kolonileştirme isteklerine konu olamaz.
b. Kutsal İttifak Devletleri’nin siyasal sistemi Amerika’nınkinden tamamen farklıdır. Kendi sistemlerini bu yarım kürenin herhangi bir yerinde yaymak için yapacakları herhangi bir girişimi barış ve güvenliğimiz için tehlikeli görürüz.
c. Avrupa ülkelerinin herhangi birinin mevcut kolonilerine, ya da ona tabi olan bölgelere hiç müdahale etmedik ve etmeyeceğiz.
d. Avrupa devletlerinin kendilerini ilgilendiren sorunlar yüzünden yaptıkları savaşlarda hiçbir zaman taraf tutmadık ve böyle bir davranış siyasetimize de uymaz. ”
Monroe Doktrini Amerikan siyasetinin adeta değişmeyen Anayasası olmuş ve bu nedenledir ki Birinci Dünya Savaşı’na dahi Almanya tarafından güvenliğinin yakın bir şekilde tehlikede olduğunu gördüğü için girmiştir. Ancak, Amerika, bu savaşa bir ortak olarak değil, taraf olarak katılmış ve savaştan çekilme hakkını daima muhafaza etmiştir. Keza, Monroe Doktrini dünya politikasında Birleşik Devletler’in siyasetini açıklığa kavuştururken bu ilkelerden sapma temayülü gösteren liderlerine müsamaha göstermemiştir. Nitekim, Başkan Wilson, Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren antlaşmaları ve özellikle de Versay Antlaşması’nı ve ona bağlı Milletler Cemiyeti Paktı’nı Amerikan halkına kabul ettirebilmek için yoğun bir çaba göstermiştir. Bu amaçla; 22 günde 8. 000 mil yol katederek ve 37 söylev vererek Amerikan kamuoyunu ikna etmek istemiş, ancak buna muvaffak olamamıştır. Hatta bu geziler sırasında felç olmuştur. Tüm bu gayretlere rağmen Amerikan Senatosu, Versay Antlaşmasını ve Milletler Cemiyeti Paktı’nı onaylamamıştır. Bu iki belge için Senato’da Kasım 1919, Ocak 1920 ve Mart 1920’de üç defa oylama yapılmış, lakin hiç birinde tasdik için yeterli oy çoğunluğu sağlanamamıştır. Bu sonuç; hasta durumda olan Wilson’ı çok üzmüş ve “Şimdi onlar ne kaybettiklerini acı bir tecrübe ile öğreneceklerdir. Dünyanın liderliğini kazanmak için elimize bir fırsat geçmişti. Fakat bu fırsatı kaybettik ve yakında bu kaybın nasıl bir trajedi olduğunu göreceğiz. ” diyerek endişelerin ifade etmiştir. Amerikan halkı, 1920 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Birinci Dünya Savaşı’na damgasını vuran ve açıkladığı 14 prensip ile tüm dünyanın dikkatim üzerinde toplayan Wilson’ın yerine Monreo Doktrini’ni savunan Cumhuriyetçilerin adayı Warren G. Harding’i Başkanlığa seçerek Wilson politikası yerine muhafazakar politikayı tercih etmiştir.
Monreo Doktrini’nde olduğu gibi, Versay’dan sonra da Amerika, Milletler Cemiyeti ve Avrupa ile ilgisini tamamen kesmemekle birlikte, Latin Amerika ve Uzak Doğu ile daha fazla ilgilendi. Bu dönemde Avrupa’nın Uzak Doğu ile ilgisi azalırken Japonya yeni bir güç olarak bölgede etkin rol almaya başladı. Dolayısıyla Japonya Amerika için bir rakip ülke ve endişe konusu oldu. 1922 Washington Konferansı ile Japon deniz gücünün sınırlanmasında, bu durum önemli bir faktör oluşturdu. Bununla birlikte, Uzak Doğu’da Japonya ile Birleşik Amerika arasında sürtüşme ve çatışmalar 1931 yılından itibaren yeni bir boyut kazandı.
20. YY. BAŞLARINDA DÜNYA
Sovyetler Birliğinin Kuruluşu ve Güçlenmesi Sovyetler Birliği olarak da bilinir, Rus Çarlığı’nın 1917’deki Büyük Ekim Devrimi’yle yıkılmasından sonra aynı topraklar üzerinde kurulan ve 1991’e değin varlığını koruyan devlet.Avrupa’nın doğu kesimiyle, Asya’nın kuzey kesimi boyunca yayılan SSCB, son yıllarında 22.403.000 km²’lik yüzölçümüyle dünyanın en büyük ülkesiydi.Nüfus bakımından da 293.047.571 (Haziran 1991) kişiyle 3. sırada yer alıyordu.Aynı zamanda dünyanın başlıca siyasi ve askeri güçlerinden biri olan Sovyetler Birliği batısında Norveç, Finlandiya, Baltık Denizi, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan ve Romanya, güneyinde Karadeniz, Türkiye, İran, Afganistan, Çin Halk Cumhuriyeti, Moğolistan ve Kuzey Kore yer alıyordu. Kuzey ve doğu sınırlarını ise Kuzey Buz Denizi ve Büyük Okyanus çiziyordu.Birliğin başkenti Moskova, para birimi Sovyet Rublesiydi. 1917 Ekim Devrimi, başka bir deyişle Bolşevik İhtilali ile kurulan SSCB. Soğuk savaş sürecinde Amerika’nın karşısındaki güç konumunda idi. 1985 yılında Gorbaçov iktidarından sonra başlayan Glasnost ve Perestroyka ile başlayıp 6 yıl süren reformların ardından 1991 yılının sonunda Sovyetler Birliği resmen dağıldı ve tüm ülkeler bağımsızlıklarını ilan ettiler. Birliği oluşturan 15 devletten 12’si bir araya gelerek Bağımsız Devletler Topluluğu’nu oluşturdular.
1917’den 1991’e kadar SSCB çeşitli dönemlerden geçmiştir:-Devrimin hemen ardından Savaş Komünizmi olark adlandırılan dönem(1917-1921). Sovyetler’in düşmanı olan devletlerin rejimi yıkmak için kışkırtığı iç güçler ve onun yarattığı cephe gereksinimleri, yalnız büyük sanayinin değil, orta ve küçük sanayide ulusallaştırılır. -Bunu, Yeni İktisat Siyaseti(NEP) dönemi izler(1922-1928). İçte ve dışta ortaya çıkan güçlüklere karşın , sosyalist kesim yararına işleyen bir karama ekonomi dönemidir bu. -Nazi Almanyasının yenilgisiyle sonuçlanan savaşı ise, Sovyetler Birliği ile Batılı bağlaşıkları arasındaki temel antlaşmazlıkların somut sorunlar halinde ortaya çıkması ve bunun sonucu olarak beliren Soğuk Savaş dönemi izler. -Stalin’in 1953’de ölümü, 1956’da toplanan 20. Kongre ile yeni bir dönem başlar. -Kruşçef’in iş başından uzaklaştırıldığı 1964’ten 1983’e kadar uzanan ve Kosigin-Brejnev ortak yönetiminin, onları sonra Andropov ve Çernenko dönemleri izler. -Son dönem, Gorbaçov’un reformlarıyla Sovyetler’in çöküşüne zemin hazırlayan dönem olur. Siyasal Sistem Sovyetler Birliği’ndeki iki temel unsuru vardı -Sovyetler Birliği çok uluslu federal bir devlettir. -Sovyetler Birliği, bir sosyalist demokrasi’dir. Çok Uluslu Devlet Rus Çarlığı, sınırları içerisinde birbirinden ırk, dil, din bakımından farklı toplulukları barındırırdı. Bunların arasında Ruslar diğerlerini yönetir konumdaydı. Bütün bu halkları merkezi otoriteye bağlı kalabilmek için ruslaştırma politikası izlenirdi. Devrimden sonra diğer uluslar Ruslarla eşit konuma geldi. Bağımsızlıkları kabul edilen uluslar federalizm ilkeleri içinde bir araya getirildi. Sovyetler Birliği, 15 birlik cumhuriyetin meydan gelmekteydi. Bu cumhuriyetler:
# Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti # Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti # Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti # Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti # Estonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti # Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti # Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti # Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti # Letonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti # Litvanya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti # Moldova Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti # Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti # Tacik Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti # Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti # Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyet
BASMACI HAREKETİ
Rusya’da Türkistan‘ın istiklâli için faaliyet gösterenlerin millî ayaklanmalarına verilen genel ad.
“Baskın yapan, hücum eden” mânası*na gelen bu tabir, Çarlık döneminde Ruslar tarafından Türkmenistan, Başkırdistan ve Kırım’da faaliyet gösteren çeteciler için kullanılmıştır. Basmacılar halka dokunmazlar, sadece Rus memurları soyar, hazine mallarını yağmalar ve aldıkları ganimetleri fakirlere dağıtırlardı.
1917 Bolşevik İhtilâli’nden sonra Türkistan’da faaliyet gösteren silâhlı mukavemet kuvvetlerine Basmacı denilmesinin sebebi, bu kuruluşların başına geçenlerin bir kısmının ihtilâlden önceki yıllarda da Basmacılık yapmış olmalarıdır. 1917 ihtilâlinden önce ve sonra Ruslara karşı silâhlı mücadelede bulunan Türkistanlılar, kendilerini hiçbir zaman Ruslar’ın “haydut, çeteci” anlamında kullandıkları ve dünyaya böyle göstermek istedikleri tarzda Basmacı olarak tanıtmamışlar, İslâm askerleri, vatan müdafaacılan ve Türkistan azatlığının askerleri olarak göstermişlerdir.
Basmacı hareketlerinin tek gayesi, “Türkistan Türkistanlılarındır” sloganında ifadesini bulan, Türkistan’ı Ruslar’dan kurtararak istiklâline kavuşturmaktı.
Basmacı Hareketi 1918 yılında Korbaşı Ergaş’ın liderliğinde Hokand şehrinde başladı ve kısa zamanda diğer bölgelere de yayıldı. Hokand’da üç gün içinde Ruslar tarafından 10.000’den fazla Türkistanlı öldürüldü. 1918’de kırktan fazla korbaşının (Türkistanlı lider) önderliğinde yapılan mücadelelerde ayaklanmalar Fergana vadisine yayıldı. Bu bölgede Ruslar’la birlikte hareket eden Ermeniler 180 köyü ateşe verdiler ve yaklaşık 20.000 kişiyi öldürdüler. 18 Ağustos 1919’da Rus orduları Türkistan cephesi kumandanlığına getirilen Frunze’nin belirttiği gibi Sovyetler’in amacı bütün Türkistan’ı işgal etmekti. Basmacılar ile Kızıl Ordu arasında çok kanlı savaşlar oldu. Fergana vadisinde Mehmed Emin Beg, Şîr Muhammed Beg, Nur Muhammed Beg, Hal Hoca ve Korbaşı Parpi gibi liderlerin emri altındaki mücahidler zaman zaman Sovyet ordusuna kayıplar verdirdiler ve mücadelelerini 1921’e kadar sürdürdüler; hatta bölgenin lideri Mehmed Emin Beg 1919’da geçici bir Fergana hükümeti kurduysa da 7 Mart 1920’de Sovyetler’e teslim olmak zorunda kaldı. Yerine geçen Şîr Muhammed Beg de Sovyetler’e boyun eğmedi, 3 Mayıs 1920’de geçici bir Türkistan hükümeti kurarak komşu devletlerle münasebet kurmaya çalıştı. Bu arada 31 Mayıs’ta kardeşi Nur Muhammed’i Afganistan’a elçi olarak gönderdiyse de Kızıl Ordu Hîve Hanlığı’nı ve Buhara Emirliği’ni işgal etti. Sovyet Rusya’nın buralarda merkeze bağlı halk cumhuriyetleri kurdurmasına rağmen halk millî mücadeleye devam etti.
Basmacı hareketlen Enver Paşa‘nın 8 Kasım 1921’de Türkistan’a gelip başa geçmesiyle daha da şiddetlendi. Onun Türkistan’daki millî mücadelelerin başkumandanı olmasından sonra Ruslar önemli kayıplar verdiler ve 19 Nisan 1922’de barış istemek zorunda kaldılar. Fakat Enver Paşa, “Barış antlaşmasının ancak Türkistan topraklarındaki Sovyet askerlerinin çekilmesinden sonra söz konusu olabileceğini belirterek” bu teklifi reddetti. Bu sıralarda Semerkant şehrinde Türkistan Türk Müstakil İslâm Cumhuriyeti kurulmuştu. Yıllardır bütün Türkistan’ı ele geçirmek için savaşan ve Türkistan’dan çekilmek niyetinde olmayan Sovyetler daha şiddetli saldırılara başladılar. 1922’de Sovyetler’in genel bir saldırıya geçmesi üzerine Basmacı liderleri birbirlerinden ayrılmak zorunda kaldılar ve geçici Türkistan hükümeti dağıldı. Şîr Muhammed Beg Afganistan’a geçti, diğer liderlerden Muhyiddin Beg öldürüldü, Canı Beg de teslim oldu. 4 Ağustos 1922’de Belcuvan’a giren bir Sovyet birliğine karşı bizzat yakın muharebeye katılan Enver Paşa on bir Rus’u öldürdü, fakat karşı tarafın makineli tüfek ateşi altında kendisi de şehid oldu.
Enver Paşa’nın Ölümüyle Basmacı hareketleri sona ermedi, fakat genellikle Ruslar’ın üstünlüğü ile devam etti. Kızıl Ordu Basmacılar’a karşı savaşını her yerde sürdürdü. Mücahidlere yardım eden Türkler hapishanelere atıldı. Böylece Basmacılığın birinci devri sona erdi. 1924’te başlayan Basmacılığın ikinci devresinde mücahidler silâh buldukça mücadeleye devam ettiler. Bu mücadeleler de 1935’e kadar sürdü ve bu tarihte Ruslar Basmacılık harekâtına kesin olarak son verdiler.
Basmacı harekâtının başarıya ulaşamamasının başlıca sebepleri arasında korbaşı denen Türkistanlı liderlerin kendi aralarında düzenli bir birlik ve merkezî bir kumandanlık kuramamaları, savaşlarda tank, uçak, top ve zehirli gaz gibi silâhlar kullanan Ruslar’a karşı mücahidlerin makineli tüfeklerinin bile olmayışı ve nihayet dışarıdan yardım alamamaları zikredilebilir.
Ruslar Basmacılar’a karşı kazandıkları başarıları tarihlerinin kahramanlık sayfaları olarak kabul ederler. Dışarıya karşı haydutluk olarak tanıttıkları bu hareketlerin birçok Sovyet kumandanı ve aydını tarafından bir millî mücadele olduğu itiraf edilmiştir. Nitekim Sovyet ordularının Türkistan cephesi kumandanı olan Frunze Basmacılığın çetecilik olmadığını, eğer böyle olsaydı onların daha önceden ortadan kaldırılabileceğini ifade ederken Sovyet Rusya komiseri olarak savaşlara katılan Skalov, “Basmacı*lık Türkistan halkının yabancı hâkimiyeti aleyhindeki millî isyanıdır” demekte*dir. Türkistan’da Sovyet hâkimiyetini kuran Valeriy Kuybesev ise bu hareketi sadece bir haydutluk kabul etmenin yanlış olacağını, onun siyasî bir inkılâp olduğunu” söyler. Ginzburg ve Vasilewskiy adlı Sovyet komiserleri de, “Basmacılığın gayesi, Türkistan’ı Rusya’dan kur*tarmak ve zulümsüz bir Türkistan kurmaktan ibarettir” derler. Sovyet edibi Boris Pilnyak ise, “Basmacılar isim ve şeref sahibidirler” demiştir.
Bununla birlikte Sovyetler Birliği’nde çıkan eserler bu konuda genellikle sübjektiftir. Nitekim Sovyetler Basmacılık meselesiyle ilgili arşiv belgelerinin yayımlanmasına henüz izin vermemiştir.
l. TÜRKİSTAN’IN PARÇALANMASI
Sovyet politikalarının en belirgin başarılarından biri, Türkistan’ın sürekli ve kökten bir şekilde topraklarının ve siyâsî bütünlüğünün parçalanmasıdır. Bu politika 1924 yılında Stalin’in “toprakların sınırlarının çizilmesi” ve “Sovyet Milletler” politikası ile dil ve diyalekt farklılıklarına dayalı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler ve Otonom Cumhuriyetler adı altında bölgenin çok sayıda ve suni şekilde sınırlara ayrılmasıyla başladı. Türklerin anayurdu mânâsına gelen Türkistan gibi siyâsî ve kültürel anlamlı terimler birdenbire resmi yazışmalarından ve beyanlarından kaldırıldı. Yerine sosyal tansiyonu yükselten ve milletler arasında stratejik kaynakların rekabetine yönelen “milliyetçilik” kavramı getirildi. Sovyetlerin uyguladığı politikaların tesiriyle 1991’de Batı Türkistan’dan 5 bağımsız cumhuriyet doğdu. Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan.
2. KÜLTÜREL TECRİD(UZAKLAŞTIRMA)
Eski Sovyetler Birliği, Orta Asya kültürünün temellerini gizli entrikalarla çürüttü. Böylece Türkistanlılar hem Türkiye’den hem de diğer müslüman dünyasının ne kadar tarihi kitaplarında hem de ilmî mirâsından tecrid edildiler. Bunu iki yolla başardılar: Eski Sovyetler’in güney sınırları boyunca bir demir perde çekerek ve dışarıdakileri yalanlayarak ve seri alfabe değişimlerine giderek. Önce Türkçe Çağatay dilinde asırlardır kullanılan standart Arap Fars alfabesi yerine reforme edilmiş bir Arap-Fars alfabesi getirildi.Sonra 1929 da Latin alfabesi,1939-40 yıllarında da Kiril alfabesinin çeşitli formları kabul edildi. Çeşitli konuşma ve tartışmalar ve resmi dillerin her birisinin yazımı için farklı Kiril alfabesi kullanıldı. Türkistanda Kiril alfabesi kabûlü iki önemli sonuç yarattı: Birincisi, Rusya’dan ödünç alınan kelimelerle sun’î olarak doğan bu yeni diller zenginleşerek, Türkistanlıların birbirlerinin dillerini anlamaz hâle gelmelerine yol açtı. İkinci olarak da, yeni neslin hem Türkçe Çağatay alfabesiyle yazılmış çok sayıdaki edebi mîrastan mahrum olmalarına hem de Sovyetler Birliği dışındaki diğer müslüman ülkelerde yazılan eser ve metinleri anlamamalarına, hattâ inkâr etmelerine ve eski kültürü bilenleri de modası geçmiş fikirlerle dolu kabul etmelerine sebep olmuştur. Bu durum Orta Asyalıların, genel anlamda dünyanın geri kalan kısmından ve özel anlamda da müslüman dünyasından fıkir ve kültür açısından tecrid edilmelerine yol açtı.
3. İSLÂMIYETİN VE KURUMLARIN YIKILMASI
Sovyet’lerin İslâmiyet’e ve onun yeniden canlanmasını ve devamını sağlayacak kurumlara yönelen saldırılarının temellerinde, hem ideolojik hem de fayda sağlamak sebepler vardı.İdeolojik açıdan Islâmiyet’in laik, ferdiyetçi, rasyonel, sanayileşmiş, modern sosyalist hayatın ihtiyaçlarıyla uyuşamıyacağını düşündüler. Bunun için de, İslamiyet’e karşı çıktılar. İslamiyet, Türkistandaki, halkın fikren ve mânen birleşmesini sağlıyordu. Müslüman liderler, sûfiler ve ulemalar Sovyet hakimiyetine karşı, merkez teşkil edebilecek tek güç kaynağı idiler. Gerçekten Rus zulmüne karşı yapılan bütün direnişler, “Basmacı Harekâtı” da dahil olmak üzere, İslamiyet adına yapılmıştır. Bu sebeple, İslâmiyet, Sovyet devleti tarafından düzenli, sistemli ve yoğun bir şekilde yapılan saldırılara hedef olmuştur. Bunlar arasında sayısız müslüman âlimi ve mahallî liderlerîn öldürülmesi, İslâmî edebiyâtın ve metinlerin yok edilmesi, câmilerin, hanların, medreselerin, vakıfların yıkılması, bütün açık ibâdetlerin yasaklanması, müslümanlara ait olan şahıs isimlerinin değiştirilmesi, şeriya mahkemelerinin ilgâsı bulunmaktadır. Sovyetler, özellikle, geleneksel akraba ilişkilerine, dini liderlere, soy ve âile münasebetlerine, İslâmî kurallarla belirlenen özel mülkiyet ve mîras haklarına hücum ettiler. İlâveten, Orta Asya’lıları, Islâmiyet’i zararlı tesirlerine karşı kışkırtmak ve İslâmiyet’e olan güven sarsmak için, bunların yerine yeni Sovyet kurumları kurdular. Bunlar, başlıca eğitim kurumları olan Sovyet okullarıyla, diğer sosyalleştirme ve toplumsallaştırma hizmeti gören, “köylü birlikleri”, “öncü ve konsomol gençlik teşkilatları”, “kızıl çayhaneler”, basın ve elektronik medya idi. Bu kurumlar, laiklik, ateizm, emek ahlâkı, toplum için fedakârlık, devlet için tam sadakat gibi temel unsurlara sahip Sovyet ahlâkını, modern kültürü Marksist-Lenist ideolojiyi ve materyalizm inancını yayarak, istenilen sosyal değişimi gerçekleştirdiler. Okullar diğer dernekleşmiş teşkilatlarla birlikte, cezalar ve mükâfatlar aracılığı ile, Sovyet norm ve politikalarının, sosyal ve politik uyumu sağlamayı amaçladılar. Özellikle şehirlerde çok sayıda, sadık uşaklar ve itaatkârlar yarattı ve rejim yanlısı bu bürokratlar, çeşitli Cumhuriyetlerin merkezîleşmiş bürokrasisini yönettiler. Müslüman aile yapısını, ve fonksiyonlarını, komünist düşünceye dayalı Sovyet ahlâkıyla değiştirmek için yapılan teşvikler ve gayretler, kırsal Orta Asya’da daha az etkili oldu . Böylece kırsal kesimlerde, İslâmi değerlerin yerini Sovyet ahlâkının almasına yönelik çalışmalarını, İslâmiyet’i dışlamadan yürütmeye başladılar. Ancak bütün bu yıkma faaliyetlerine rağmen, İslâmiyet tamamen yok edilemedi ve Sovyet politikaları uygulamalarında başarısızlıklar görülmeye başlandı. Sonuç olarak, Sovyet-Rus politikalarının Orta Asya’daki izleri, Orta Doğu’nun ve güneybatı Asya’nın gelecek on yılındaki bölgesel politika dinamikleri üzerinde önemli tesirlerde bulunacaktır. SONUÇ: Ruslar’ın egemenliğindeki Sovyet devletinin anî ve beklenmedik çöküşü, iktisâdî ve teknelojik açılardan bağımlı, siyâsî ve sosyo-kültürel bakımlardan da bölünmüş yeni devletlerin doğmasına sebep oldu. Orta Asyalılar, Asya ve Afrika’da bağımsızlıklarını kazanmak için mücadele veren sömürgelerden farklı olarak, sömürgeciliğe karşı hürriyet savaşları kazanmadılar. Sovyet’lerin iç çöküşü, anî ve beklenmedik bir şekilde gerçekleşti. Siyâsî bağımsızlıklarını kazanan yeni beş devletin hiç birinde önemli bir muhalefet hareketi görülmedi İç mücâdelenin zayıflaması, devam eden barış, idâreye halkın katılımı ve dayanışma, Türkistan halkına iktisâdî, teknolojik, idârî ve kültürel bağımsızlık için mücâdele zemini sağlayabilir. Süper ihtisaslaşmış pamuk monokültüründen diğer ürünlere yönelmek, üretimi ve imâlâtı ve dağıtımı dengeli bir şekilde düzenlemek, yer altı ve yer üstü zengiliklerinin bölge dışına çıkarılmasını önlemek, zor olmakla birlikte, başarı için önemli fırsatlar verecektir. 70 yılı aşkın süredir diğer müslüman Türk ve toplumlarından ideolojik, sosyo-kültürel tecrid politikalarının uygulanması toplumda şüphe ve endişelerin artmasına sebep olmuştur. Orta Asya ile komşu müslüman ülkeler arasında, eğitim reformları, ideolojik ve ahlâkî yeniden yapılanma ile diyaloğun oluşmasını temin edecek sağlıklı bir çerçeve içinde karşılıklı gayretleri bütünleştirilmesine ihtiyaç vardır. Sovyet kalkınma politikalarının izlerini silmek, Orta Asyalı müslümanların bölgedeki mücadelelerinin bir kısmını teşkil edecektir. Asıl hamle, uzun süredir baskı altındaki bu bölge halkı için, siyâsî hürriyeti, iktisâdî büyümeyi ve gelecekteki kalkınmasını sağlayacak bir alterneatif modeli kurabilmek ve uygulayabilmektir. Türkistan’lılar 120 yıldan daha uzun bir süredir, baskıcı, aldatıcı, boğucu ve sömürgeci yönetimin acısını çektiler. 20. asırda bağımsızlıklarına kavuşan en son milletler arasındalar ve homojen bir siyâsî bütünlüğe sâhip değiller. Nüfusları, tabîat ve insan kaynakları ile, potansiyelleri açısından herbiri iktisâdî büyüme ve kendi millî kalkınmaları için farklı stratejik planlar yapmaya muktedirler. Ayrıca denenmiş veya denenmemiş geniş alternatif modeller arasından birini seçme fırsatına da sahiptirler. Bu yeni devletlerin istikbâldeki istikâmetleri, onları analiz edenlerin tercihleriyle değil, kendi politikalarını tesbit edenleri icraatlarıyla belirlenecektir.
SÖMÜRGECİLİK NEDİR?
Bugün “Sömürgecilik” yerine “emperyalizm” deyimi kullanılmaktadır. O halde emperyalizm nedir? Emperyalizm: Bir devletin diğer bir devlet üzerinde, ister maddi, ister manevi bir kontrol, nüfuz kurması veya bir üstünlük sağlaması demektir.
ORTADOĞU NERESİDİR?
Orta Doğu, güneybatı Asya’da, tarihsel ve kültürel yakınlığı olan ülkelerin oluşturduğu coğrafi bölge. Akdeniz’den Pakistan’a kadar uzanır ve Arap Yarımadası’nı kapsar. Orta doğu kavramı Avrupa merkeziyetçi yaklaşıma dayanır ve İngilizlerin 19. yy. da kullanmaya başladıkları bir kavramdır. Bu tanıma göre Orta Doğu ülkeleri Suriye, Irak, Ürdün, İsrail, Lübnan, İran, Filistin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen ve Mısır’dır. Bazı kaynaklarda Kıbrıs da Orta Doğu’ya dahil edilir
Orta Doğu’nun Batılı Devletler İçin Önemi Orta Doğu; 1- Bir çok medeniyetin beşiği durumunda bulunması, 2-Doğu ile Batıyı birbirine bağlayan ticaret yollarının kavşağında yer alması 3-Çeşitli yeraltı ve yerüstü zenginliklere sahip olması sebebiyle, tarih içinde her zaman büyük devletlerin ilgisini çekmiştir. Bölgenin bu özelliğinden dolayı ortaya çıkan etnik ve siyasî kargaşa, çeşitli zamanlarda burada yaşayan insanların, büyük devletler tarafından bir çok defalar istismar edilmeleri sonucunu doğurmuştur.
Bölge, özellikle Coğrafî Keşifler sonucu gelişen sömürgecilik akımı açısından ele alındığında, Batılı devletler tarafından, çeşitli özellikleri, doğal zenginlikleri ve karışık etnik yapısı itibarıyla hem iyi bir sömürge, hem de Uzak Doğu’ya giden yollar üzerinde bulunması sebebiyle, önemli bir geçit olarak değerlendirilmiştir.
Bu anlamda Orta Doğu, sömürgeci devletler için her ne surette olursa olsun, ilgi duyulması, kontrol altında bulundurulması ve hatta sahip olunması gerekecek kadar önemli bir yerdir.
Ayrıca Orta Doğu’nun, Batının gelişmiş sanayii için zengin hammadde yataklarına sahip olması ve aynı zamanda işlenmiş mallarını satabileceği iyi bir pazar durumunda bulunması da bu devletler için bölgenin önemini arttıran özelliklerdir. Dolayısıyla Batılı ülkeler, kendileri için bu kadar önemli bir bölgeyi kontrol altında tutmak istemişlerdir.
Özellikle Batıda uzun yıllar gündemde tutulmuş olan, Şark Meselesi* ve Oryantalizm** kavramlarından da olumsuz yönde etkilenen Orta Doğu, genellikle güçlü batı tarafından kontrol altında tutulacak zayıf Doğunun bir parçası olarak görülmüştür.
Petrolün keşfi ve temel enerji kaynağı olarak kullanılması da, zengin petrol yataklarına sahip Orta Doğu’nun önemini bir kat daha arttırmıştır. Özellikle içinde bulunduğumuz yirminci yüzyılda, enerji kaynaklarıyla ilgili hesapların daha çok petrol ağırlıklı yapıldığı düşünülürse, bölgenin başta Batılı devletler olmak üzere, bütün dünya ülkeleri açısından önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
ORTADOĞU VE GELİŞMELER
1. Bölgenin Genel Durumu ve Gelişmeleri: Ortadoğu, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında,coğrafi konumundan doğan stratejik önemi ve sahip olduğu zengin petrol yatakları nedeniyle, dünya politikasında ağırlığı daha çok duyulan bir bölge haline gelmişti. Bu bakımdan Ortadoğu, savaştan sonra ekonomik, politik ve askeri yönlerden olağanüstü duyarlı bir bölge niteliğini almıştı. Bölgede bulunan devletler, Türkiye dışında, tam bağımsızlıklarına İkinci Dünya Savaşı’nın ya hemen öncesinde veya hemen sonrasında kavuşmuşlardı. Ekonomik yönden ise, kalkınmakta olan veya az gelişmiş ülkelerdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Ortadoğu’daki siyasi gelişmeleri etkileyen başlıca faktörlerden biri de İsrail Devleti’nin kurulması olmuştur. 1945’ten itibaren şiddetlenen Arap-İsrail çatışması, gerek Arap devletleri arasında, gerekse bunların diğer devletlerle olan ilişkilerinde esas rolü oynamıştır. 1945’te Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan, Irak, Suudi Arabistan ve Yemen, merkezi Kahire’de olmak üzere “Arap Birliği”ni kurdular. 1948’de Birleşmiş Milletler’in kararıyla İsrail Devleti’nin kurulmasıyla da, Arap devletleri bununla mücadeleye başladılar. Bunun sonucu olarak 1948, 1956, 1967, 1973 Arap-İsrail Savaşları oldu. Bu arada Arap devletleri arasında da İsrail’e karşı farklı davranışlardan doğan gruplaşmalar meydana geldi. Bununla beraber İsrail sorununun çözümü, Arap devletlerinin başlıca amacı olmakta devam etti. Ortadoğu’da bulunan Arap ülkeleri, 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın ya doğrudan egemenliği veya mandası altına düşmüşlerdi. Bu bakımdan, bağımsızlıklarını elde ettikten sonra bunu korumak için ulusçuluğu esas alarak, sömürgeci devletlere karşı büyük bir tepki içinde bulunmaktaydılar. Özellikle, Batılı devletler tarafından İsrail Devleti’nin kurulması ve desteklenmesi, Ortadoğu’daki Arap devletlerinde Batı’ya karşı duyulan kızgınlığı daha da çoğaltmıştı. Nitekim, bölgede bulunan ulusların çoğunluğunu meydana getiren Araplar arasında dayanışmayı güçlendirmek için, “Büyük Arap Devleti” düşüncesi, bu koşullar altında yeniden ortaya çıktı. Bu ideolojinin önderliğini de, 23 Temmuz 1952’de Mısır’da krallığı yıkan Cemâl Abdül Nasır yapmaktaydı. Nasır, 1956 yılında Süveyş Kanalı’nı devletleştirerek, Batı devletleriyle, özellikle İngiltere ve Fransa ile aralarındaki köprüleri tamamen yıktı. Bunun üzerine, İngiltere ve Fransa, aynı yılda (1956) İsrail’i Mısır’a saldırttılar ve kendileri de buna katılarak Süveyş Harekâtı’nı başlattılar. Ancak bu saldırıyı, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği karşı çıkarak önlediler. Bu da, bu iki büyük devletin bölgedeki etkilerini çoğalttı ve bundan böyle Ortadoğu yeni gelişmelere sahne olmaya başladı. Ortadoğu’nun bu durumu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük devletlerin bölgede egemenlik kurmak veya etkinliklerini çoğaltmak için değişik, fakat aynı amaçlı politika gütmelerine ve girişimde bulunmalarına neden oldu. Büyük devletleri, bu bölgeye çekecek kendi durumlarına göre siyasi, ekonomik, askeri olmak üzere çok yönlü çıkar ve hedefleri vardı. İsrail Devleti’nin kurulması ise, bölgedeki siyasi gelişmeleri önemli ölçüde etkiledi.
ORTADOĞUNUN ÖNEMİ VE BÜYÜK DEVLETLERİN POLİTİKALARI
Orta Doğu, coğrafî konum olarak, eski dünya kıtalarının merkezi denilebilecek bir bölgedir. Üç kıtanın kesişme noktasında yer alan bu bölge, siyasî, askerî ve ekonomik bakımlardan oldukça önemli bir konumda bulunmaktadır. Bu sebeple, tarihin en eski çağlarından itibaren çeşitli uygarlıklara sahne olmuştur.
Özelikle bölgede çeşitli medeniyetlerin ortaya çıkmış olması, burasını bir çok etnik grubun birbirine karıştığı bir yer durumuna getirmiştir Bu ise, tarihî süreçte siyasî açıdan bölünmüşlüğe, etnik açıdan da kozmopolit bir yapının meydana gelmesine sebep olmuştur.
Adı geçen bölgede, tarih içerisinde genellikle siyasî ve etnik bakımdan birliğin sağlanamaması, bölgeyi zaman zaman bir kaos ortamında sürüklemiştir. Sözü edilen durum da kurulan devletlerin ömrünün kısa olması sonucunu doğurmuştur.
Ancak, Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra huzur ve istikrara kavuşan bölge, bu devletin zayıflamasıyla birlikte, özellikle XIX. yüzyıl sonları ve XX. yüzyıl başlarında tekrar kargaşalı günlerine geri dönmüştür.
Bölgede Osmanlı otoritesinin zayıflamasıyla birlikte, Batılı büyük devletler buraya hakim olabilmek maksadıyla yoğun bir faaliyet başlatmışlardır. Bu çerçevede, özellikle burada yaşayan insanlara karşı, çeşitli oyunlar tertiplenmiş ve bölge halkı mağdur edilmiştir*.
Günümüzde de bölgenin karmaşık yapısı ve büyük devletlerin el çekmemesi yüzünden problemleri devam etmektedir. Bunda, özellikle bu gün mevcut olan Orta Doğu devletleri ve haritasının, İtilaf Devletlerinin Birinci Dünya Savaşı sırasında verdikleri kararlar ışığında ortaya çıkmasının büyük rolü vardır.
SÖMÜRGECİLİK FAALİYETLERİ ÇERÇEVESİNDE BATILI DEVLETLERİN ORTADOĞU POLİTİKALARI
XVIII. Yüzyılda Batı, özellikle Rönesansın etkisiyle görülmemiş bir hızla ilerlemeye başlamıştı. Bu dönemde Batılı devletler, yeni buluşlar sayesinde askerî ve ekonomik alanlarda artan güçlerini, kendi uygarlıkları dışında kalan ülkeleri sömürgeleştirmek için kullanıyorlardı. Özellikle Sanayi İnkılâbıyla ortaya çıkan hammadde ve pazar arayışı, gözleri Orta Doğu ve bölgenin en geniş ülkesi Osmanlı Devleti üzerine çevirmişti.
XIX. Yüzyıla gelindiğinde dünyada siyasî, ilmî, teknolojik ve ekonomik bakımlardan yaşanan büyük değişiklikler sanayileşmenin hız kazanmasına sebep olmuştu. Bunun sonucu daha da gelişen ve genişleyen sömürgecilik akımı, gözleri Avrupa dışına, özellikle Afrika, Orta ve Uzak Doğu’ya çevirmişti
Bu sırada, hammadde ve pazar arayışı, hem gelişmiş ülkelerle geri kalmış ülkeler arasında, hem de gelişmiş ülkelerin kendi aralarında yeni politik ilişkilerin doğmasına sebep olmuştu. Bu ise, gelişmiş ülkeler arasında daha fazla sömürge elde etme yarışını başlatmıştı. Dolayısıyla sözü edilen dönemde dünyada çeşitli ülkeler, Batılı devletler tarafından birer sömürge durumuna dönüştürülmüşlerdi.
Orta Doğu’da büyük devletler arasındaki sömürge arayışından olumsuz yönde etkilenen devletlerden birisi de şüphesiz Osmanlı Devleti olmuştur. Çünkü Osmanlı Devleti, hem büyük yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahiptir, hem de jeopolitik ve stratejik bakımlardan önemli bir konumda bulunmaktadır. Dolayısıyla, böyle önemli özellikleri olan Osmanlı Devleti’nin, güçsüz bir durumda bulunması ise, Onun Batılı büyük devletlerin ilgi odağı durumuna gelmesine sebep olmuş ve işini oldukça zorlaştırmıştır. Bu durum şüphesiz kendisi açısından pek çok olumsuz sonuçları da beraberinde getirmiştir.
Geçmiş yıllardan itibaren çeşitli ülkelere verilmiş olan kapitülasyonlar da Osmanlı Devleti’ni sömürgeci devletler açısından elverişli bir pazar haline getirmişti. Ayrıca kapitülasyonlar, Osmanlı sanayiinin çökmesine ve devletin geri kalmasına sebep olurken, Osmanlıların sömürgeci devletler tarafından daha fazla istismar edilmesine imkan sağlamıştı.
Bunun yanında, Osmanlı Devleti’nin uzun yıllar Hıristiyanlığa karşı İslamiyetin koruyuculuğunu yapmış olmasını bir türlü hazmedemeyen Batılı devletler, Ona karşı ayrı bir düşmanlık siyaseti güderek , sömürgeleştirmek ve böylelikle intikam almak siyaseti peşinde koşuyorlardı. Bu ise, Osmanlı Devleti’ni bir sömürge haline getirebilmek için, sürekli bu devlet ile ilgili yeni olumsuz politikaların uygulamaya konulmasına sebep oluyordu.
XX. Yüzyıl başlarına gelindiğinde ise, dünyada Hıristiyan olmayan devletlerden Japonya hariç, diğerleri bir şekilde Batılı devletlerin sömürgeleri olmuşlardı. Dünyada sömürenler ve sömürülenler diye iki grubun ortaya çıktığı bu dönemde, Orta Doğu’da bulunan devletler de sömürgecilik faaliyetlerinden olumsuz yönde etkilenmişler ve sömürgeci devletler tarafından çeşitli şekillerde istismar edilmelerini sağlayacak politikalara maruz bırakılmışlardır
ORTADOĞU VE BÜYÜK DEVLETLER:
1. Sovyetler Birliği ve Ortadoğu: Sovyetlerin, bu politikaya öncelik vermesinin nedenleri özetle şöyle belirtilebilir: Birincisi, Sovyetler Birliği, Orta ve Doğu Avrupa’da işgal ettiği ve peyk devletlerlerle meydana getirdiği kuşaklarla, bu bölgelerde güvenliğini sağlamıştı. Ancak “Güneyi” açık kalmıştı. İşte, ülkesinin bu bölgesini de güvenlik içine alabilecek bir kuşağın meydana getirilmesi; ikincisi, sömürgeci büyük devletlerden İngiltere ve Fransa’nTn galip geldikleri halde yıpranmış bulunmaları, İtalya’nın ise yenilmiş olması nedeniyle Ortadoğu’daki etkisini yitirmesi ve bunun sonucunda bölgede meydana gelen boşluğu, fırsattan yararlanarak değerlendirmek istemesi; üçüncüsü, Akdeniz’e inerek bu yolla Avrupa, Afrika ve Amerika arasındaki Atlas Okyanusu’na kadar uzanabilmek; dördüncüsü de, ideolojik ve ekonomik yayılmasını sağlayacak alanlar ele geçirebilmekti.
2. Amerika Birleşik Devletleri ve Ortadoğu: Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’ya verdiği önemin nedenlerini ve bölgenin durumunu Başkan Truman, o günlerde şöyle açıklamaktaydı: “Gözlerimizi Yakın ve Ortadoğu’ya çevirdiğimiz zaman çok tehlikeli sorunlar gösteren bir bölgeyle karşılaşıyoruz. Bu bölgede geniş doğal kaynaklar bulunmaktadır. En işlek kara, hava ve deniz yolları buradan geçmektedir. Bu bakımdan büyük ekonomik stratejik önemi vardır. Fakat bu bölgedeki ulusların hiçbiri ne yalnız, ne de beraberce, kendilerine yöneltilecek bir saldırıya karşı koyabilecek kadar güçlüdür. Böyle olunca da Yakın ve Ortadoğu’nun bu bölgenin dışındaki büyük devletler arasında bir rekabet alanı olacağını ve bu rekabetin birden bire bir çatışmaya yol açabileceğini kestirmek güç değildir” Bu nedenlerden dolayı Amerika, bölgede bir denge kurarak, hem bir çatışmayı önlemek, hem de bir dünya devleti olarak buralardaki çıkarlarını koruyacak bir politika gütmeye başlamıştır.
3-İngiltere’nin Orta Doğu Politikasının Esasları:
İngiltere, XIX. yüzyılın sonlarından itibaren Orta Doğu ve Osmanlı Devleti ile ilgili politikalarında değişiklik yapmıştı. İngiltere’nin Osmanlı toprak bütünlüğünü korumak siyasetinden vazgeçerek, Onu yıkmaya yönelik bir politika uygulamaya başlaması ise, bu bölge ile ilgili planlarında top yekûn değişiklikler yapıldığı anlamına geliyordu.
Özellikle, İngiltere’nin 1908 yılında Reval’de yapılan görüşmelerde Rusya ile Osmanlı Devletini yıkmak ve topraklarını paylaşmak konusunda anlaşması da bunun en güzel ispatı idi.
İngiltere’nin bu bölge ile ilgili dış politika esaslarında gerçekleştirdiği değişikliklerden sonra, XX. yüzyıl başlarında Orta Doğu ve Osmanlı Devleti ile ilgili politikasının esasları şu şekilde belirlenmişti:
1. Osmanlı Devleti’ni parçalamak,
2. Padişah – Halifenin kuvvet ve nüfuzunu ile dînî etkilerini gidermek suretiyle, İslam Birliği düşüncesini değerden düşürmek,
3. Arap memleketlerine hakim olarak, Mısır ve Hindistan’ın güvenliğini sağlamak,
4. Hilafeti, İngiltere’nin himayesinde kurulacak Arap birliğinin eline geçirmek,
5. Doğu Akdeniz’de kuvvet bulundurmak,
6. Irak petrollerine sahip olmak,
7. İstanbul ve Boğazların kontrolünü ele geçirmek
Bu yeni dönemde yukarıda sıralanan esasları gerçekleştirmeye yönelik bir politika uygulayan İngiltere, amaçlarına ulaşmak için öncelikle Osmanlı Devleti’nin yıkılması gerektiğini düşünerek, Onun aleyhindeki her türlü organizasyonun içinde yer almıştır.
Bu dönemde, özellikle Türkiye’deki Alman nüfuzunun artmasına bağlı olarak*, Osmanlı İngiliz ilişkileri de gün geçtikçe kötüye gitmiştir (Burçak, 1941: 42-44). Ayrıca Osmanlı Devleti’nin, İngiltere’nin Musul ve çevresindeki petrol aramalarına karşı çıkarak, petrol kuyularını kapattırması ise, İngilizlerin Osmanlılara karşı düşmanlığını daha da arttırmıştır Bunun üzerine İngilizler, nihaî hedef olarak Osmanlı Devleti’ni hemen yıkmak için harekete geçmişlerdir. Bu çerçevede, “Osmanlı Devleti’ni hemen yıktıktan sonra, ya bu devletin yıkıntıları üzerinde kendilerine bağlı veya kendi kontrollerinde bağımsız devletler kurmak, yada bazı stratejik noktalara doğrudan yerleşmek.” şeklinde belirledikleri öncelikli hedefi gerçekleştirmek için büyük bir mücadele başlatmışlardır.
I. Dünya Savaşı sırasında sıcak çatışma şeklini alan bu mücadele, Mütareke Yılarıyla, Millî Mücadele döneminde de devam etmiştir.
4-Fransa ve Ortadoğu: Fransa, bilindiği gibi, İkinci Dünya Savaşı’ndan büyük yaralarla ve kayıplarla çıkmıştı. Bu nedenle savaştan sonra, ilk önce bu kayıplarını giderme çabasına girmişti. Diğer yandan da, başka sömürgeci devletler tarafından işgal edilen ve savaştan sonra boşaltılan, ancak kendisiyle bağları kopan sömürgelerine yeniden yerleşmeye çalışmıştı. Ancak, yukarıda belirtildiği gibi, savaştan sonra bütün sömürgelerde olduğu gibi Fransız sömürgelerinde de bağımsızlık hareketleri başlamıştı. Bu nedenle Fransa, sömürgelerinde uzun ve kanlı savaşlar yapmak zorunda kaldı, sonuçta da başarısızlığa uğradı. İşte Fransa, bu iç ve dış sorunları nedeniyle, savaş öncesinde ve savaş sırasında etkisini kaybettiği Ortadoğu’da da, savaştan sonra yeniden aktif bir politika izleyemedi. Ancak, Cezayir bunalımını atlattıktan sonra, dış politikasında yeni girişimlere başladı. Bu arada da, 1967 Arap – İsrail Savaşı’nın bölgede meydana getirdiği denge bozukluğundan yararlanarak, Ortadoğu’da eski etkinliğini kazanma çabalarına girişti. İsrail’i saldırgan olarak tanımladı ve ona silah ambargosu koydu. Diğer yandan, özellikle tarihi ve dini bağlarla bağlı bulunduğunu belirttiği Lübnan başta olmak üzere, Irak ve Libya’ya, askeri ve ekonomik yardımlar yapmak isteğiyle, diğer Batılı devletlerden boşalan bu alanları doldurma girişimlerinde bulundu. Bunlarla birlikte, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da eski etkinliğini sağlayamadı.
Sunî Sınırların Getirdiği Karmaşa i Osmanlı, Ortadoğu’yu I. Dünya Savaşı ile birlikte yitirdi. Savaşın ardından da Ortadoğu’da, bölgenin yeni hakimlerinin siyasi ve ekonomik çıkarlarına uygun bir düzenleme yapıldı. İngiltere ve Fransa, eski Osmanlı vilayetlerinden, yapay devletler oluşturdu. Bağdat vilayeti, “Irak” adlı bir devlete dönüştürüldü ve İngiliz egemenliğine bırakıldı. Halep ve Şam vilayetlerinden de “Suriye” isimli bir devlet çıkarıldı. Öte yandan, tarihsel olarak Suriye’nin bir parçası olan Beyrut ve çevresi ise “Lübnan” adıyla ayrı bir devlete dönüştürüldü. Daha güneyde, Ürdün nehrinin batı yakasında ise o zamana kadar sadece coğrafi bir bölge olan “Filistin” bir devlet haline getirildi. Nehrin doğu yakasında ise “Transjordan” (Ürdünötesi) adlı bir devlet kuruldu. Bu devlet bir süre sonra sadece “Ürdün” ismiyle anılmaya başlandı. Bu devletlerin hiçbiri etnik ya da dini bir birliğe dayanmıyordu. Irak denen ülkede, birbirlerinden çok uzak üç ayrı grup vardı; Kürtler, Sünni Araplar ve Şii Araplar. Suriye, daha da karışıktı. Sünni Araplar, Alevi Araplar, Dürziler, Kürtler… Hepsi bu yeni devletin çatısı altında yaşıyorlardı. Filistin’de ise Arapların yanında giderek artan ve kendi devletlerini kurmayı hedefleyen bir Yahudi nüfusu vardı. Lübnan ise Hıristiyan Araplar ile Müslüman Arapları barındırıyordu. Ancak bu iki temel ayrım da, kendi içlerinde mezhep farklılıklarıyla bölünmüşlerdi. Osmanlı sonrasında oluşan bu karmaşık Ortadoğu’nun bir başka özelliği ise, sınırların tamamen masa başında ve cetvelle çizilmiş olmasıydı. Sınırlar herhangi bir etnik temel gözetilerek değil, sadece Fransa ve İngiltere’nin çıkarlarının öngördüğü şekilde belirlendiler. Bu yapay sınırlarla hedeflenen ikinci önemli husus ise, yeni kurulan devletlerin siyasi istikrarı sağlayamayacak bir düzene göre şekillendirilmeleriydi. Çünkü birliğini kurmuş, siyasi istikrarını sağlamış ve ekonomik refaha ulaşmış bir devletin İngiliz veya Fransız çıkarlarına uymayacağı açıktı. Asıl amaç bu ülkelerde sürekli iç çatışmaların, savaşların, istikrarsızlığın süregelmesi, Ortadoğu’nun kolay yönlendirilebilecek bir bölge halini almasıydı. Kısacası oluşturulan mozaik, barışa ve bir arada yaşamaya değil, çatışmaya ve savaşa uygun olarak hazırlandı. Nitekim Siyonizm,( Filistin’de milli unsurlardan oluşan bir Yahudi devleti kurmak ve bu devleti desteklemek olan milliyetçi Yahudi hareketi.yahudilerin hepsini bir çatı altında toplamak)bir devlet haline gelip İsrail’e dönüştükten sonra, bu mozaiği kullanarak, Arap devletleri arasındaki çatışmaları ya da devletler içindeki iç savaşları körükleme imkânı elde edecekti. Fransa ve İngiltere’nin yeni kurdukları devletlerde yaptıkları düzenlemeler de istikrar bozucu nitelikteydi. Örneğin Suriye’deki Fransız yönetimi, ülkede azınlık durumunda olan Alevileri, Sünnilere karşı kayırdı ve bugün hâlâ sürmekte olan azınlık iktidarına zemin hazırladı. Bu politika, Suriye’de kalıcı bir Alevi-Sünni çatışmasının tohumlarını da attı. Ortadoğu’da bir yüzyıldır devam eden, özellikle de İsrail’in kurulmasından bu yana şiddetlenen karmaşanın nedeni, işte bu Osmanlı-sonrası düzenlemeydi. Osmanlı sonrasında oluşan “otorite boşluğu” Batılı güçler tarafından hiçbir zaman doldurulamadı. Fransa ve İngiltere, Ortadoğu’ya istikrar değil, bitmeyen çatışmalar ve savaşlar, dinmeyen gözyaşı ve kan getirdiler. İngiltere’nin koruyucu kanatları altında gelişen Siyonizm ise, kısa sürede bölgenin geneline yönelik bir tehdit haline geldi. Osmanlı sonrasında Ortadoğu’da kalıcı bir düzen ve istikrar oluşturulamamasının nedeni, sömürgecilerin bunu yapabilecek bir güce sahip olmamaları değil, bunu yapmak için gerekli olan stratejik anlayışa sahip olmamalarıydı. Osmanlı, ele geçirdiği bölgelere “nizam” götürmeyi İlahi görev sayan bir anlayışla yönetiliyordu. Sömürgeciler ise sadece kendi menfaatlerini gözettiler ve bu menfaatleri düzensizlik gerektirdiğinde, düzensizlik meydana getirdiler.
JAPONYA VE GELİŞMESİ
Japon Tarihine bakıldığında , M.S. 7. yüzyılda Çinlilerle kısa süren çatışmaları görülür. Ancak, Japonlara yapılan en ciddi tehdit, Kubilay Handan geldi. Çin’i egemenliği altına alan Moğol hanı Kubilay Han 1274-1281 yılları arasında, Japonya’yı ele geçirebilmek için donanma oluşturdu. 1274’deki 30.000 kişilik kuvvetle yapılan ve anlaşılmaz bir şekilde ertesi gün geri çekilen ordu, ilerisi için Japonların tedbir almalarını sağlamıştı. Buna rağmen, 1281’de Kubilay’ın ordusu Korelilerle birlikte, 140.000 kişilik güçle Kyuşu’nun kuzeyine iki noktadan çıktılar. Fakat, tam Japonları yenmek üzereyken çıkan beklenmedik bir tayfunda gemilerinin çoğu battı. Geri döndüler. Kore’nin o dönemde Kubilay Hanın egemenlik alanında olduğunu yazar. Ama bu durum varit olsa bile, olayın şeklini değiştiren bir açıklama değildir.)
Japonya, çok sayıda adadan oluşan dağlık, verimsiz yerlerden meydana gelmekteydi. Stratejik bir özelliği de yoktu. Bu nedenle Kubilay Han, Japonya’yı almaktan vazgeçti. Daha sonraki yıllarda, geniş Çin ve Orta Asya bozkırları, verimli topraklar dururken, başka hiç kimse adalar topluluğu dağlık Japonya ile ilgilenmedi.
Dolayısıyla Japonya, yüzyıllar boyu hiçbir dış temas olmadan içe kapalı yaşadı. Toprak beylerinin (daimyo) ve aristokrat bir savaşçı kastın (samurai) oluşturduğu dağınık düzenleri vardı. Merkezileşemeyen bir feodal oligarşi tarafından yönetildi. Toprak bütünlüklerinin olmayışı, çok sayıda adadan oluşmaları da merkezileşmemede etkili oldu. Karel Van Wolferen’e göre Japonlar, devlet anlayışına ihtiyaç duymadılar. Böylece başkalarına benzemeyen karmaşık bir dilleri ve kendilerince benzersiz addettikleri kültürleri oluştu.
1853’teki yabancılarla ilk temas şokunu çabuk atlattıktan sonra, bir dış politikalarının olması gerektiğini gördüler. K.V. Wolferen’e göre yabancıların desteğiyle oligarşik bir yönetim oluştu. Japonyayı Batıya açan 1854 de Birleşik Amerika olmuştur. Japonya Çin gibi açılmaya karşı koymamıştır. Amerikanın baskısı karşısında Japonya, bu devletle başedemiyeceğini görmüş ve kapılarını Amerikaya açmayı kabul etmiştir. Tabii Amerikanın arkasından diğer devletler gelmiştir. Bununla beraber, Çin ve Japonya Batıya açıldıktan sonra çok farklı gelişmeler göstermiştir. Bu gelişmeler birbirine ters istikamette olmuştur.
Çin: Batıya açıldıktan sonra her gün biraz daha sömürü bataklığının içine gömülmüştür. Bunun da sebebi, Çin, Batı ile temasa gelmesine rağmen, Batı medeniyet ve tekniğine tepki göstermiş ve Çin halkı Avrupalı ile temas etmekten daima kaçınmıştır. Körükörüne bir Avrupa düşmanlığı politikası takip etmiştir. Japonya ise: Çinin tamamen aksi bir politika takip etmiştir. Japonlar Batıya açıldıktan sonra şu noktayı gayet iyi görmüşlerdir.Eğer kendilerini kısa sürede toparlamaz ve Batı tekniği seviyesine ulaşamayacak olurlarsa, Avrupa tarafından sömürülüp ezileceklerdir. Bundan dolayı, Japonya bir an önce Batı tekniğini almak zorundadır. Böyle bir yol takip eden Japonya, 40 yıl sonra, 1894-95 de Avrupa devletlerinin karşısına, sömürgeleşmiş bir ülke olarak değil, sömürgeci bir devlet olarak çıkacaktır. Japonya 1854’den sonra Batının seviyesine çıkabilmek için, Amerika ve Avrupaya yüzlerce ve yüzlerce öğrenci göndermiştir. Batı teknik ve teknolojisine ulaşabilmek için bununla da yetinmemiş, tamamen feodaliteye dayanan iç idari ve sosyal yapısını da değiştirmeye başlamıştır. İmparator Mutsihito’nun 1868 de kabul ettiği Meiji Restorasyonu (yani Aydın Hükümet) ile Japonya bir dizi hızlı ve köklü değişiklikler geçirmeye başlamıştır.Hızlı gelişmenin olduğu Meiji (Aydın Hükümet Çağı) döneminin yaşanmasında önemli pay imparatorun idi. Bu sebeple öldükten sonra meicitenno (aydın imparator/göğün oğlu) adıyla anılmıştır. Bu dönemde aydınlar, Japonya’nın lehine karaları cesaretle uyguladılar. Zaman zaman yenilikleri kabul etmeyen halk ve samuraylar direndi. Bazı Japon seçkinleri de muhalefet ettiler. Aydınlar, bütün bu direnişleri kırmak için, mücadelelerinde inançlı davrandılar. Halkın direnmesini normal karşılamak gerekir. Çünkü Japonya’da çağdaşlaşma, insanlar ve halk istediği için yapılmadı. “Devlet” buna gerek duyduğu için çağdaşlaşmaya çalışıldı. (Aynı Osmanlı’nın son dönemleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıcında olduğu gibi)
Aydınların bu mücadelesi ve imparatorun da desteği işe yaradı. Japonya’nın maddi gelişmesi Avrupalı devletlerinkinden daha hızlı ve kararlı oldu. Paul Kennedy’ye göre eğitime çok büyük önem verildi. . İmparator Mutsihito’nun 1868 de kabul ettiği Meiji Restorasyonu (yani Aydın Hükümet) ile Japonya bir dizi hızlı ve köklü değişiklikler geçirmeye başlamıştır. Bir dizi reformlarla ülkenin ve toplumun çehresi değişmiştir.
YAPILAN REFORMLAR
1-1872 de çıkarılan bir kanunla kadın ve erkek her japon için ilk öğretim zorunlu oldu. 1871 de ilk gazete yayınlandı.
2-1873 de mecburi askerlik sistemi kabul edildi.
3-Yine 1871 de “Daymiyo” denen derebeylik sistemine son verilerek ülke çağdaş bir şekilde idari bakımdan organize edildi.
4-Ekonomik alandaki gelişmeler de aynı hızlı tempo ile gerçekleştirildi.
5-Okur yazar sayısı hızla arttı.
6-Takvim değiştirildi.
7-Giyim kuşam değiştirildi.
8-Avrupa’nınkine benzer bir bankacılık sistemi getirildi.
9- Bilhassa İngiltere ile yaptıkları mal ithalatı antlaşmalarına, alışılmadık maddeler koydurdular. Belli bir miktar dış alım için, belli sayıda insanına İngiltere’nin ihtisas düzeyinde eğitim vermesini istediler. 10- Subaylarını eğitim için Batılı ordu ve donanma akademilerine gönderdiler. (Japonların bu uygulamaları ile Türkiye Cumhuriyeti’ninkiler benzer. Tek farkları, Japonların yaptıkları ithalat antlaşmalarına koydurdukları şartlar. Eğer Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında devletin ciddi ithalat yapabilecek kapasitesi olsaydı, belki böyle bir şart düşünülebilirdi.)
Devlet, ekonomi alanında yaptığı yatırımlarda, Japon müteşebbisleriyle ortak çalıştı. Halk da iyi çalıştı. Ne var ki, Japonyanın bu hızlı gelişmesi, bu ülkeyi de bir sömürgeci devlet haline getirdi. Japonya ilk işi olarak gözlerini dışarıya çevirdi ve hemen yakınındaki Kore’ye göz dikmişti. Önce 1894 yılında, Kore için Çin ile savaştılar. Daha sonra, Ruslara karşı, İngilizlerle müttefik oldular. 1904-1905 yıllarında İngilizlerden destek alarak Mançurya’da Ruslara saldırdılar. Rusları yendiler. Japonlar, bu savaşta süngüyle öne atıldılar. Ruslar barutla ve hatta makineli tüfekle cevap verdiler. Ama sonuçta, onbinlerce Japon askeri ölmesine karşın samurai ruhu savaşı Japonlara kazandırdı. Bu olay Japon milliyetçiliğinin önemli bir zaferi oldu. Japonlar “Güçlü ordu, zengin ülke” sloganını geliştirdiler. Sadece yatırımlar için değil, artık ordu için de dış borç almaya başladılar.
Japonya’daki Meiji dönemindeki gelişme hakkında bilgi sahibi olmak için Paul Kennedy’nin verdiği bazı ekonomik verilere bakmak yerinde olacaktır. Demir-çelik üretimleri: 1890’da 0.02 milyon ton iken, 1913’te 0.25 milyon tona ulaştı. Aynı dönemde İngiltere 8 milyon tondan 7.7 milyon tona düştü. Rakamlar arasındaki fark Japonya’nın başladığı yeri göstermesi bakımından önemlidir.
Enerji tüketimleri: 1890’da 4.6 milyon metrikton iken, 1913’te 23 milyon metriktona çıktı.
Kişi başına sanayileşme düzeyleri (1900 yılında İngiltere 100 kabul edilerek) : 1880’de 9 iken 1913’te 20 oldu.
1870 de ilk demiryolu yapımına başlanmış iken, yirmi yıl sonra, 1890 da demiryollarının uzunluğu 7200 kilometreye ulaştı 1868-1898 arasındaki otuz yıllık devrede 2190 fabrika yapıldı
Bu gelişmeler olurken güçlü ordu kurma arzusuna kapıldılar. 1890’da 84.000 kişi olan toplam personel sayısı 1900’de 234.000, 1910’da 271.000 kişiye yükseldi. Savaş gemilerinin toplam tonajları da hızla arttı. 1880’de 15.000 ton iken, 1910’da 496.000, 1914’te 700.000 tona çıktı. Bu artış aslında gelişmelerini yavaşlattı. Ancak I. Dünya Savaşı sırasındaki şansları gelişmelerini sürdürmelerini sağladı.
ETKİNLİKLER:
1-Japonya’da Meiji Dönemi ve Dış Politika Üzerine: Meiji döneminde Japonya, önemli bir değişim geçirerek modernleşme sürecine girmiş ve belli bir başarıya ulaşmıştır. Batı ile karşılaşmaya ve bunun yarattığı büyük şoka Japonya, diğer komşu ülkelerden farklı bir tepki vermiştir. Japonya ulusal gelişmesi için Batı’yı bir model olarak kullanarak toplumsal, ekonomik ve siyasal sistemini yeniden örgütlemiş ve Batı örneğine göre köklü bir modernleşme sürecine girmiştir. Başlatılan modernleşme sürecinde ülkenin dış politika amaçları da yeniden tanımlanmıştır. Modernleşme süreci ile birlikte Japonya saldırgan bir dış politika stratejisi takip etmiştir. Meiji dönemi Japon dış politikası, başlatılan modernleşme sürecinin bir ürünü olduğu kadar söz konusu sürecin başarıya ulaşmasına da önemli bir katkı sağlamıştır. Meiji modernleşme sürecinde Japonya 1894/5’te Çin’e, 1904/5’te Rusya’ya karşı başarılı birer savaş vererek bölgesel bir güç olmuştur. Böylece Japonya Batı merkezli dünya devletler sistemine eşit üye statüsü ile eklemlenebilmiştir. Japonya, Meiji dönemi öncesi imzaladığı kapitülasyon antlaşmaları nedeniyle, dış ilişkilerinde belli bir açmaza düşmüştür. Japon siyasi seçkinleri, bu açmazın ülkenin modernleşmesi/batıcılaşması ile aşılabileceğini düşünmüşlerdir. Sonuçta modernite devlet kimliği olarak benimsenip büyük bir toplumsal, ekonomik, siyasal değişim gerçekleştirilmiştir. Bu çerçevede, Japon dış politikası yeniden biçimlendirilmiştir. Japonya böylece Batı devletleri gibi örgütlenip güçlenerek ulusal egemenliğini yeniden kazanabileceğini düşünmüştür. Ancak Japonya, başlatılan modernleşme programının ve ulusal egemenlik üzerine kurulan kısıtlamaların Batı’ya rağmen gerçekleştirilemeyeceğinin bilincindedir. Bu nedenle İngiltere’ye yakın bir politikanın sürdürülmesi bir zorunluluk olarak görülmüştür. Dünya yüzeyinde aşırı yayılması sonucu İngiltere, Uzakdoğu’da umduğu sonucu kendi gücü ile alamaması nedeniyle, Japonya’nın katkısına ihtiyaç duymuştur. Japonya İngiltere’nin beklentilerine olumlu cevap vermiştir. Böylece Japonya İngiltere’nin katkıları ile Batı dünya egemenlik ilişkilerine başarılı şekilde eklemlenmiştir. Bölgede egemenlik ilişkileri Japon ulusal gücüne dayanılarak kurulmamıştır. Söz konusu ilişkiler Japon denetimi dışında kurulmuştur. Japonya kendisini başarıya götürecek egemenlik ilişkilerini kendi gücü ile güvence altına alamamıştır. Bu güvence, ancak söz konusu bölgesel egemenlik ilişkilerinin öznesi olan Batı devletleri tarafından sağlanmış ve Japonya da buna uyum sağlamıştır. Sonuçta bölgesel ilişkilerin seyri Japon başarısının da akışını belirlemiştir. Meiji dönemi önemli dış politika olayları Çin ve Rusya’ya karşı verilen iki büyük savaş olmuştur. Japonya, ilk modern savaşını 1894-95’te Çin’e karşı başarılı bir şekilde vermiştir. Japonya, Batı ile girilen ilişkiler sonucu modernliği bir devlet kimliği olarak benimseyip Uzakdoğu Çin merkezli devletler sisteminden ilk önce kendisi çıkmıştır. Daha sonra da, 1894-5’te, Çin’e karşı verilen savaşla, Çin merkezli bölgesel devletler sistemini yıkmış ve Kore ve Mançurya’nın söz konusu sistemden kopartılmasını sağlamıştır. Bu süreç, Çin merkezli devletler sistemi yıkılması ve Çin’in kesin biçimde Batı devletleri tarafından nüfüz bölgelerine ayrılması ile sonuçlanmıştır. Japonya Çin’e kaşı verdiği savaş sonunda ekonomik modernleşmesini besleyecek önemli kazanımlar elde etmiştir. Meiji döneminde Japonya ikinci büyük savaşını 1904/5’te Rusya’ya karşı vermiştir. Japonya bu savaşla İngiltere’nin bölgede başlıca rakibi olan Rus ilerleyişini durdurmuştur. Rusya’nın işgal ettiği Mançurya ve Kore Japonya’ya kalmıştır. Savaş Japonya’ya ağır ekonomik yük getirmesine rağmen, Rusya, büyük savaş tazminatı gibi, ağır yük altına sokulmamıştır. Rusya Çin aleyhine elde ettiği toprakları Japonya’ya terk etmek zorunda kalmıştır. Belirtilen iki büyük savaş sonunda Japonya ulusal egemenliğini tam olarak yeniden kazandığı gibi Batı devletler sistemine eşit ülke statüsü ile eklemlenmiştir. Japonya iki savaşta da İngiltere’nin yoğun desteğini görmüştür. Sonuçta Japonya, giderek bölgesel bir güç haline gelmiştir. Bu statü, Batı’ya rağmen değil, belli Batı devletleri ile kurulan ilişkilerin başarılı bir seyir izlemesi ile mümkün olmuştur. İngiltere, zorladığı kapitülasyon antlaşmalarını, yapılan toplumsal reformların aldığı mesafeyi ve ülkenin uluslararası ilişkilerde takındığı tutumları izleyerek, Japonya lehine yavaş yavaş revize etmiş ve nihayet 1911’de tamamen kaldırmıştır. Bu durum, Japonya’nın İngiltere’yi zorlamasıyla ortaya çıkmış değildir. Tamamen siyasi bir uzlaşmanın ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonuçta Japonya ulusal egemenliğini tam olarak elde etttiği gibi Batı devletler sistemine de eklemlenmiş ve başlatılan modernleşme çabası da önemli bir başarıya ulaşmıştır. Modernleşmesini tamamlamış bir Japonya’nın bölgede Batı için bir tehdit olacağı varsayılmamış, tam tersine Batı egemenlik ilişkilerinin bölgesel düzeyde tamamlayıcı bir unsuru olacağı doğru olarak gözlemlenmiştir. Bu nedenle, söz konusu dönemde, Japonya’ya karşı, Osmanlı Devleti ve Çin örneklerinde görülebilen, ortak bir Batı cephesi hiç bir zaman söz konusu olmamıştır. Japon modernleşmesi Batı baskısına muhatap olmadığı gibi teşvik de edilmiştir. Oysa ki, söz konusu dönem ve müteakip yıllarda, Türkiye hep Batı tehdidi ve sınırlaması ile yüzyüze kalmıştır Bu nedenle iki ülkede girişilen modernleşme çabası da farklı sonuçlar vermiştir. Sonuçta Japonya, belli çabaları sonucu modernleşerek Batı’ya yaklaşmış ve bölgesel bir güç olarak temayüz etmiştir. Ancak bulunduğu bölgeye de aynı ölçüde yabancılaşmıştır. Japonya başarısını ancak Batı ile kurduğu belli ilişkiler sonucu sağladığı için, başarısının sürmesi de söz konusu ilişkilerin başarılı biçimde devam etmesine bağlı olmuştur. Aksi takdirde Japonya, bölgesel egemenlik ilişkilerinin dışına düşerek başarısı da sona erecektir. Bunu, Meiji dönemi sonrasından II.Dünya Savaşı sonrasına kadar, Japonya etrafında meydana gelen gelişmelerde gözlemlemek mümkündür.
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı
Büyük Bunalım Öncesi Yeryüzündeki Genel Durum
1929 Bunalımı temelde Amerika’da borsanın çöküşüne ithaf edilse de; o yıllarda yeryüzündeki ekonomik koşullara, krizin büyüklüğü ve etkisine bakıldığında Büyük Dünya Bunalımı adını almayı hakettiği açıkça görülmektedir. Bunalım dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, yeryüzündeki toplam üretimin %42 oranında ve dünya ticaretinin de %65 oranında azalmasına neden olmuştur. 1929 yılına kadar dünyada oluşan diğer krizlere bakıldığında dünya ticaretinin en fazla %7 oranında düştüğü düşünülürse 1929 bunalımının ne derece etkili olduğu tahmin edilebilir.
Dünyayı bu denli etkileyen büyük bunalımı sebep ve sonuçları ile anlayabilmek için öncelikle I. Dünya Savaşı sonrasında dünyada oluşan ekonomik ve sosyal koşulları göz önünde bulundurmak gerekir.
Büyük Bunalım Öncesi Amerikan Ekonomisi
Amerika ise 1924-29 yılları arasında bir stabilizasyon (bir olaydaki dalgalanmaları en düşük seviyeye indirme)devresi geçirdi. Edindiği ihracat fazlası ile dünyanın net kreditörü (işletmeciye borç veren kişiye verilen ad)konumuna geldi. Bu esnada ülkede otomobil, yapı, elektrik gibi yeni endüstriler gelişmeye başladı. Yeni gelişen endüstrilere talebin fazla olması borsanın spekülatif (ilerde doğabilecek fiyat dalgalanmalarından yararlanarak gelir sağlama.) olmasına sebep oluyordu. Öyle ki 1928 yılında, Amerika verdiği kredileri New York Borsası için geri çekmek durumunda kaldı.
1920’lerde borsa dışındaki ekonomik göstergeler oldukça iyi durumdaydı. Üretim ve işlilik oranı yüksekti. Ücretler çok fazla yükselmiyordu ve fiyatlar istikrarlıydı. Bir çok insan hala aşırı derecede fakirdi ancak halkın büyük çoğunluğu hiç olmadığı kadar rahat ve varlıklıydı. Ancak o yıllarda Amerikalılarda minimum fiziksel eforu sarfederek zengin olma isteği hakimdi. İnsanların bu ruh hallerinin ve spekülasyonun ne derece hakim olduğunun kanıtı, 1926 yılında Florida’da meydana gelen gayri menkul patlamasıydı. Bu olay klasik bir spekülatif balonun tüm özelliklerini kendi içinde barındırıyordu.
Florida Gayrimenkul Spekülasyonu
Olay şöyle gelişmişti: Floridalılar bölgede kış şartlarının kuzeydeki eyaletlere göre daha iyi olmasına, taşımacılık problemlerinin çözülmüş olmasına dayanarak Florida’daki gayrimenkullerin değer kazanacağını düşündüler. Eyalette Florida’nın bir tatil cennetine dönüşeceği inancı hakimdi. Bu durumda o gün aldıkları toprakların gelecekte birkaç kat değerleneceğini düşünenler hiç de az değildi. Halkın büyük çoğunluğu bu inançla gayrimenkule yatırım yaptı. Ancak 1928 yılının 18 Eylül’ünde hiç hesapta olmayan bir tropik kasırga 400 insanın ölümüne. binlerce evin hasar görmesine ve tonlarca deniz suyunun yatları parçalayıp sokaklara taşmasına neden oldu. Satın alınmış olan gayrimenkuller satılmaya çalışıldı ancak değerinin çok altına bile satılamadı. Bu durum bir spekülatif balonun patlayışıydı.
Krizin Sebepleri
Büyük kriz öncesindeki atmosfere bir göz attıktan sonra krizin sebepleri ve gelişimi üzerinde durmak gerekir. Dünyayı etkileyen pek çok olay üzerinde olduğu gibi bu olayın da sebepleri üzerinde çok sayıda araştırmalar ve değişik yorumlar yapıldı ancak bunların genelinde yer alan ortak birkaç sebebi şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi; Amerika’daki şirketlerin mali güçleriydi. 1870li yıllarda Amerika’da irili ufaklı pek çok şirket varken I. Dünya Savaşı’nın getirdiği zorluklar karşısında küçük şirketler birleşmek zorunda kalmış ve savaş sonrasında tekeller oluşturmuşlardır. Öyle ki 1929 yılına gelindiğinde Amerikan ekonomisinin %50’si üzerinde söz sahibi olan holding sayısı 200 kadardı. Bu da tek bir holdingin bile iflasının ekonomiyi sarsmaya yeteceğini gösteriyordu.
İkinci bir sebep de bankaların kötü yapılanmış olmasıydı. Bankaların sermaye esaslarını, rezerv ve kredi oranlarını belirleyen yasalar yoktu. Örneğin şirketlerin mali tablolarının güvenilirliğini sağlayan yasalar yoktu. Bu yüzden yatırımcı senedini aldığı firma hakkında yeterince bilgiye sahip olamıyordu. Yine ticari bankaları yatırım bankalarından ayıran yasalar da mevcut değildi.
Üçüncü bir sebebin de, başkan Hoover yönetiminin ekonomi alanındaki tecrübesizliği olduğu söylenebilir. Bu düşüncenin savunucularına göre başkan Hoover yönetimi 20lerde hüküm süren liberal ekonomi anlayışına göre ekonomiye devlet müdahalesi yapmamayı uygun görmüştü. Ancak 29 krizine müdahale etmemenin toplumsal maliyeti çok büyük olmuştu. Daha sonraları başkan müdahaleye karar verdiğinde ise hem çok geç olmuştu hem de müdahale başarılı değildi. Örneğin devlet bütçesini dengelemek için devlet harcamalarını kısması ve vergileri arttırmasının işsizliğe sebep olduğunu ve bunun da insanların satın alma gücünün azalmasına ve fiyatların düşmesine neden olduğu savunuldu. Hükümetin tecrübesizliğinin bir diğer göstergesi de altın standardına bağlı kalmakta ısrar edişiydi. Hükümet altına bağlı olmayan para basmayı reddederek sıkı bir para politikası izledi ve piyasada para bulunmayınca ekonomik faaliyetler durdu, reel sektör küçüldü. Bu da daha fazla işsizlik, daha az gelir demekti.
Vurgulanması gereken son sebep ise; başta da belirtildiği gibi Amerika’nın dünya üzerindeki net kreditör olmasıydı. Bunun yanında I. Dünya Savaşı sonrası Almanya ve İngiltere’den istediği tazminatların altın olarak ödenmesini talep ediyordu. Ancak yeryüzündeki altın stoğu yetersizdi ve varolan stoğu da zaten Amerika kontrol ediyordu. Bu sebeple de bahsedilen tazminatların ve kredilerin mal ve hizmet olarak ödenmesi denendi ancak bu da Amerika’nın kendi mal ve hizmet sektörünü vurdu. Son çare olarak gümrük duvarları koyma yoluna gidildi ancak bu da yalnızca dış ticareti küçülttü. Sonuçta Amerika hesapsızca vermiş olduğu kredileri geri alamadı.
Krizin Patlak Verişi: Kara Perşembe
New York Borsası 1928 yılının başından 29 yılı Ekim ayının başına kadar olan süreçte gittikçe yükseliyor ve yüksek fiyat/kazanç oranı getiriyordu. Ancak 3 Ekim 1929 tarihine gelindiğinde, yukarıda sayılan sebepler doğrultusunda borsanın ilerlemesi durmuş hatta birkaç büyük holdingin hisse senetleri düşmüştü. Bu düşüş 21 Ekim günü yabancı yatırımcıların kağıtlarını ellerinden çıkarmalarıyla hızlandı ve“Kara Perşembe” olarak anılan 24 Ekim 1929 Perşembe günü borsa dibe vurdu. 1929 yılının fiyatlarıyla 4.2 milyar dolar yok oldu. 29 Ekim 1929 gününün fiyatlarına bakıldığında bir yıl öncesinin karının bile sıfırlandığı görülür. 21-29 Ekim 1929 tarihleri arasındaki fark Dow Jones sanayi ortalamasının 328’den 230’a düştüğünü gösterir. Bu süreçte 4.000 kadar banka batmış, binlerce insanın mal varlığı yok olmuştur. Bu insanlar açlığa sürüklendi ve sebze ve meyve yetiştirip satarak yaşamaya çalıştılar. Piyasadaki para bir anda yok olduğu için insanlar ihtiyaçlarını karşılamada takas yoluna giderek bir nevi değiş-tokuş ekonomisine geri döndüler. İnsanlar maddi varlıklarıyla beraber sosyal konumlarını ve ruh sağlıklarını da kaybettiler. Bunalımın etkileri II. Dünya Savaşı’na kadar yaklaşık 10 yıllık bir periyodda devam etti.
Roosevelt ve “New Deal”
Amerikan halkı bu büyük çöküşün faturasını Hoover yönetimine çıkardı. Bir sonraki seçimde Hoover’ın başkan seçilmeyeceği aşikardı. Onun yerine adını verdiği programla ekonomik sistemde köklü değişiklikler vaadeden Roosevelt seçildi. Roosevelt “ New Deal” ı 1930-37 yılları arasında uygulama fırsatı buldu. New Deal: 1929’da bir persembe gunu new york stock exchange ‘de yasanan cöküse takiben roosevelt tarafindan baslatilan kalkinma plani… 5 senelik evreler halinde uygulanmaya konulmus, ülkenin dört bir tarafinda baslatilan karayollari, havaalanlari insaatlari…vb. projelerle binlerce kisi istihdam edilmis, tennessee vadisi barajlarla donatilmistir. batik vaziyetteki ekonomiye bir nevi “taze kan” verilmistir. Başa geldiği 1933 yılı bunalımın etkilerinin en fazla hissedildiği yıllardan biriydi. Ekonomide karlılık çökmüştü. Büyük bir talep eksikliği yaşanıyordu çünkü insanların satın alma gücü çok düşmüştü. Roosevelt böyle bir dönemde hem sosyal hem ekonomik anlamda bir reform niteliği taşıyan programıyla ve büyük yetkilerle başa geçiyordu. Amerikan ekonomisi tarihinde ilk kez devlet müdahalesine maruz kalıyordu.
Roosevelt işe bankacılık sektörüyle başladı. O sıralarda sektörde likidite(Döviz, menkul kıymet, gayrimenkul gibi herhangi bir aktifin kısa sürede ve sorunsuz bir şekilde (değer kaybına uğramadan) nakde çevrilebilmesini ifade eder. )düşük olduğundan altın ve döviz kuru bizzat başkanlık tarafından kontrol ediliyordu. İlk kez Merkez Bankası kuruldu. Mevduatlar devlet güvencesine alındı. Bankacılık sisteminin düzeltilebilmesi için 500 kadar yeni düzenleme yapıldı. Reel sektörde de (ekonomide, paradan faiz geliri ile para kazanmayıp, üretim yaparak para kazanan sektörü tanımlar.)karlılığın arttırılmasına karar verildi. Devlet kendi kontrolü altında olmak kaydıyla sanayicilerin yüksek fiyat uygulamalarına izin verdi ve yine bu amaca uygun olarak üretim sınırlandı. Talep sorunun çözmek için de, devlet yüksek sayılabilecek bir düzeyde minimum reel ücretleri belirledi. Çalışma saatleri azaltılarak işsizlik sorunu çözülmeye çalışıldı. Tarımda da bir takım yeni programlamalar yapıldı. Ancak bu programlar bazı yönlerden birbirleriyle çelişir durumdaydı. Devlet bir taraftan fiyatları yüksek tutmak için üretim kotası koyarken diğer taraftan da ne üretirlerse üretsinler belli yükseklikte bir fiyata bunları almayı vaad ediyordu. Bu da çiftçilerin daha fazla üretim yapmak istemelerine neden oluyordu. Roosevelt’in devlet harcamaları politikası ise bir denge politikasıydı. Devlet müdahalesine karşı olan sanayicileri küstürmemek için özel sektörün ilgilenmediği büyük yatırımlar gerektiren alanlarda harcama yapılıyordu. Bu sektörlerde açılan iş alanlarıyla da işsizliğin azaltılmasına ve talebin arttırılarak düşük talep sorununun çözülmesine çalışılıyordu.
Genel anlamda “New Deal” programına bakıldığında çok da başarılı bir program olmadığı görüşü hakimdir.Devlet harcamalarının ekonomiyi canlandırmaya yetmediği, devletin ekonomideki payının da artmadığı ve yeni yatırımların yetersiz kaldığı bilinir.
Bunalım Sonrasında Almanya
Depresyonu yenerek tam istihdama ulaşan ilk sanayi ülkesi, Almanya’dır. Almanya, enflasyonsuz orijinal finansman yöntemleriyle iç piyasayı canlandırmayı başarmıştır. Ancak dünya pazarları Almanya’ nın ihracatına açık değildi. Alman fabrikalarına sürüm alanları temin etmek ve hammadde bulmak gerekiyordu. Güney Amerika, Orta Avrupa, Balkanlar ve Türkiye serbest dövizle mal almakta ve satmakta güçlük çekiyorlardı. Almanya,direkt serbest döviz transferi olmaksızın malın malla mübadelesini gerçekleştirmek imkanını sağlayan bir counter-trading modelini benimsedi serbest döviz piyasalarında ihracat mallarına uygun fiyatla alıcı bulamayan memleketlerin müşterisi durumuna geçti. Tarım ekonomilerinin ihracat mallarını yüksek bedelle satın aldı ve onlara kendi sanayi ürünlerini sattı. Planlama ve benzeri yöntemlere başvuran ABD ile Fransa gibi demokrasiler ılımlı çözümlere yönelirken, Almanya’da işsizler nazi totalitarizminin çılgınlıklarına kapıldılar. Böylece bunalım, İkinci Dünya Savaşı’nın başlıca nedeni olacaktı.
Türkiye’ye Etkileri
Türkiye 1929 bunalımı karşısında,kalkınmasını sağlayabilmek için ihracat ve ithalatını artırmak zorundaydı,Türkiye Cumhuriyeti bunu sağlayabilmek için çeşitli politikalar izledi.
Türkiye 1933′ de dış ödemelerde uygulamasına başlanan kliring ve takas sistemini uyguladı. Bilindiği gibi, kliring sistemi malını alanın,malını alma ilkesine dayanır. Bu sistemde ithalat ihracata bağlandığından, ihracat teşvik edilmiş olur. Nitekim,Türk Hükümeti mümkün olduğu kadar bütün ülkelerle kliring ve takas anlaşması yapmaya çaba harcadı ve Türkiye ile ticaret ve ödeme anlaşması yapan ülkelerden,ithalata öncelik tanıdı. Ayrıca ihraç mallarının standardizasyonuna önem verilerek ,ihracat bu yönden de teşvik edildi 10 /06/1930 tarih ve 1705 sayılı Kanun ile Hükümete tedbir alma yetkisi verilerek,ihraç edilen fındık ve yumurtadan başlayarak ,ihraç mallarında kalite konturulüne gidildi. Önceleri çeşitli merciler tarafından yürütülen bu iş 1934′ te kurulan Türkofis’ e devredildi. Ofise,kontrol ve teftiş görevi yanında piyasa araştırmaları yapma uluslar arası ticaret ve ödeme anlaşmalarını hazırlama görevi de verildi.
Halen dünyada yaşanmış olan en büyük kriz 1929 Krizi’dir. Bu krizin dünyayı en az I. Ve II. Dünya Savaşları kadar etkilediği de açıktır. Büyük bunalımın yol açtığı 1930’lar dünya tablosuna bakıldığında ekonomik krizlerin bazen insanlık tarihini etkileyecek boyutlara varabileceği rahatlıkla görülebilir. Bu yüzden ekonomik krizlere yalnızca ekonomik değil aynı zamanda sosyal hatta politik bir olgu olarak da bakılmalıdır.
MİLLETLER CEMİYETİ
Birleşmiş Milletler’in temeli sayılabilecek bu organizasyon, I. Dünya Savaşı’nın ardından İsviçre’de 1919’da “Cemiyet-i Akvam” (Milletler Cemiyeti) adıyla kuruldu. Amacı, ülkeler arasında yaşanabilecek sorunları barışçı yollarla çözmek idi. Bir süre çalıştı fakat fazla bir varlık gösteremedi. II. Dünya Savaşı’nın ardından dağıldı. 6 Temmuz 1932’de Cemiyet-i Akvam, Türkiye’yi üyeliğe davet etmiş, 9 Temmuz’da TBMM Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne giriş davetini onaylamış ve 18 Temmuz 1932’de Türkiye, Cemiyet-i Akvam’a resmen üye olmuştur.
Paris Barış Konferansının 25 Ocak 1919’da yapılan toplantısında; uluslararası barışı ve güveni sağlayacak ve devam ettirecek bir Milletler Cemiyeti kurulmasına karar verildi. Bu kararı yerine getirmek için bir komisyon kuruldu.
Komisyonun hazırladığı sözleşme 28 Nisan 1919 tarihinde Konferans Genel Kurulu’nda kabul edildi ve böylece Milletler Cemiyeti kurulmuş oldu.
20 yıl süreyle dünya milletlerine hizmet veren bu cemiyet tüm çabalara rağmen İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasını engelleyemedi. Savaş sonrası 18 Nisan 1946’da Cenevre’de toplanan konferans, XXI. Genel Kurul Toplantısıyla cemiyetin dağılmasına karar verdi.
Her savaş sonrası antlaşmalarına önsöz olarak konması şartını getiren Milletler Cemiyeti Yasası; Bir Başlangıç Bölümü ve 26 maddeden oluşmaktaydı.
Milletler Cemiyeti’nin Mahiyeti ve Organları
Milletler Cemiyeti Sözleşmesi’nin başlangıç bölümünde, cemiyetin genel amaçları ile üyelerinin yüklendikleri sorumluluklar şöyle belirlenmiştir:
1-Uluslar arasında işbirliği geliştirmek ve uluslararası barışı ve güvenliği sağlamak için, savaşa başvurmamak konusunda birtakım yükümlülükler kabul etmek, 2-Gizlilikten uzak, adaletli ve onurlu uluslararası ilişkiler sürdürmek; Hükümetlerce, bundan böyle eylemsel davranış kuralı kabul edilen uluslararası hukuk kurallarına kesinlikle uymak; 3-Örgütlenmiş halkların karşılıklı ilişkilerinde adaleti korumak ve antlaşmalardan doğan bütün yükümlülüklere titizlikle saygı göstermek… ”
Sözleşmenin 26 maddeden oluşan, üyelik ve örgütün yapısı, barışın sürekliliğini sağlamak, antlaşmalar, uluslararası işbirliği ve uluslararası yönetim, sözleşme hükümlerinin değiştirilmesi gibi hususları belirleyen metnine göre ise:
1. Cemiyete üye kabulü Genel Kurulun üçte iki çoğunluğunun kararıyla olacaktı (Madde 1). 2. Cemiyet, bir Genel Kurul, bir Konsey ve bunlara yardım eden bir Sürekli Sekreterlikten oluşacaktı (Madde 2). 3. Cemiyet üyeleri, barışın sürekliliğini sağlamak için, ulusal silahların en düşük bir düzeye indirilmesi zorunluluğunu kabul ediyorlardı (Madde Karizmatik. 4. Cemiyet, üyeleri arasındaki çıkacak anlaşmazlıklarda hakemlik yapabilecek ya da bunları Konsey’de inceleyecekti (Madde 12).
5. Barışın sürekliliğini sağlayan hakemlik antlaşmaları gibi uluslararası yükümlülükler ve Monroe Doktrini gibi bölgesel anlaşmalar, bu sözleşme’nin hiçbir hükmüyle bağdaşmaz sayılmayacaktı (Madde 21). 6. Savaştan sonra bağımsızlığına kavuşan ve kendi kendilerini yönetme yeteneğinden henüz yoksun halkların oturduğu ülkelere, kendi kendilerini yönetmeye yetenekli olacakları zamana kadar, cemiyet adına yönetimlerine bir mandatör seçilebilecekti (Madde 22).
Milletler Cemiyeti’nin Başarısızlık Sebepleri
1. Cemiyetin bünyesinde savaşı önleyici tedbirlerde boşluklar mevcuttu ve yaptırımlar yetersizdi. 2. Sözleşmenin 10. maddesi mütecavizi tayin etmediğinden, bu madde barışı korumada yetersiz kalıyordu. 3. Önemli konularda oy birliği prensibinin uygulanması, politik ve hukuki sorunların çözümünü engelliyordu. 4. Barışı koruyacak ve devamlı kılacak uluslararası zihniyet yetersiz ve noksandı. Habeşistan olayı, 1937 Japon taarruzu ve 1 Eylül 1939 tarihinde Alman ordularının Polonya’ya taarruzu ile başlayan II. Dünya Savaşı, Milletler Cemiyeti’ni etkisiz duruma getiren gelişmeler arasında sayılabilir. 5. Paris Barış Konferansı’nda hazırlanan antlaşmaların bir parçası olması 6.Amerika Birleşik Devletleri’nin Milletler Cemiyetinden ayrılması, önemli bir uluslarası gücün yitirilmesine ve cemiyetin etkinliğini kaybetmesine neden oldu. 7-Bir yandan insan haklarını korumaya çalışıp diğer yandan kolonileşme ve manda sisteminin garantisi durumunda olması çelişki yaratıyordu.
LOCARNO ANTLAŞMASI:1925
Alsas-Loren bölgesi yüzünden xıx.yy.da savaşan Fransa 1925 yılına gelindiğinde Almanya’ya olan güvensizliğini gerekçe göstererek yeni bir düzenlemeye ihtiyaç olduğunu bildirdi.Milletler cemiyeti daimi üyesi olan Fransa’nın bu çağrısı üzerine Fransa ile çoğu sınır komşusu olan Almanya,Belçika,Yugoslavya,Polonya ve İngiltere arasında bir antlaşma imzalandı.(1 Aralık 1925) Locarno Andlaşması’na göre: 1)Almanya, batı sınırlarının, yani Fransa ve Belçika sınırlarının kesin Bu devletlerin adlan ve Cemiyete giriş tarihleri için ve sürekli olduğunu kabul ediyordu. Bu konuda bir anlaşmazlık çıkarsa kuvvete başvurulmayacak, sorun Milletler Cemiyeti’ne götürülecekti. İngiltere ve İtalya da bu statünün kefili olacaklardı. 2) Bütün anlaşmazlıklar barış yoluyla çözümlenecekti. 3) Bu andlaşma; Almanya, Milletler Cemiyeti’ne üye olur olmaz yürürlüğe girecekti. Almanya, Locarno Andlaşması ile yeniden uluslararası işbirliğine girmiş oldu. Alsace-Lorraine’den kesin olarak vazgeçtiğini dolaylı olarak kabul etti. Andlaşmalardan hemen sonra da, 1926’da, Milletler Cemiyeti’ne üye oldu ve böylece yeniden Avrupa büyük devletleri arasına eşit koşullarla girmiş bulundu. Bu suretle, Avrupa’da yeni bir dönem başlamış oldu. Bu andlaşmayla kıtada siyasi gerginlik azaldı. Fakat bu da uzun sürmedi. İngiltere, Fransa’nın Almanya’ya yaklaşmasından memnun kalmadı. Çünkü bu devlet, Fransız-Alman ittifakıyla Avrupa güçler dengesinin bozulmasını istemiyordu. Diğer taraftan da Fransa, Versailles Andlaşması ile Avrupa’da yeniden güç olarak belirmişti. Bu nedenlerden İngiltere, Almanya’nın doğu sınırları için garanti vermemesini kabul etmiş ve bundan sonra Almanya’ya yardım etmeye başlamıştır. Ayrıca, Fransız-Alman yakınlaşmasına karşılık, İtalya ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır.
KELLOGG PAKTI:1927
Fransa, Avrupa’daki durumunu güçlendirmek için, Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerini sıklaştırmaya yöneldi. 1927’de de, bu devlete, aralarında hiçbir zaman savaş etmeyeceklerine dair bir ebedi barış paktı yapılmasını önerdi. Amerika Birleşik Devletleri, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden Monroe politikasına dönmüştü. Fransa’nın önerisi ise, onu yeniden Avrupa sorunlarına çekecek nitelikteydi. Bu bakımdan öneriye yanaşmadı. Buna karşılık Amerika Dışişleri Bakanı Kellogg, Fransa’ya verdiği cevapta, Amerika’nın sadece Fransa ile değil, bütün dünya devletleriyle böyle bir paktın yapılmasından ve savaşın kanun dışı ilan edilmesinden yana olduğunu bildirdi. Bu öneri ise, Fransa’nın Avrupa’daki müttefiklerine karşı yüklendiği yükümlülüklerle çelişiyordu. Çünkü Fransa, gerektiğinde müttefiklerine yardım yapmayı anlaşmalarla kabul etmişti. Hiç savaş etmeyeceğini kabul ederse, bunları yerine getiremeyecekti. Bu nedenle Fransa, Amerika’nın bu önerisi karşısında durakladı. Bundan sonra Fransa Dışişleri Bakanı Briand ile Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Kellogg arasında diplomatik yazışmalar başladı. 27 Ağustos 1928’de Paris’te; Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Çekoslovakya ve Belçika arasında Kellogg Paktı imzalandı. Bundan sonra bütün devletler pakta katılmaya davet edildi. Nitekim aynı yıl içerisinde Pakta, Sovyetler Birliği ve Türkiye (resmi olarak 8 Temmuz 1929’da) de dahil, belli başlı bütün devletler katıldılar. Bu andlaşmaya göre: 1) Taraflar, uluslararası anlaşmazlıkların çözümlenmesi için savaşa başvurmayı kınadıklarını ve savaşı birbirleri ile ilişkilerinde ulusal siyasetin bir aracı olarak kabul etmediklerini ve savaştan vazgeçtiklerini, ulusları adına resmen açıkladılar. 2) İmzası olan devletler, niteliği ve kökeni ne olursa olsun, aralarındaki anlaşmazlıkların çözümlenmesi için, yalnız barış yollarına başvurmayı kabul ettiler. Böylece Kellogg Paktı ile, savunmaya dayanmayan savaş kanun dışı sayılmış ve devletlerarası ilişkilerde barışçı yollara başvurulması esas alınmıştır. Bu suretle de dünyada bir barış havası sağlanmak istenmiştir. Ancak, barışın sürekliliğini sağlamak amacıyla yapılan Kellogg Paktı ve daha önce kurulmuş olan Milletler Cemiyeti, bundan sonra başgösteren uluslararası anlaşmazlıklara pratik bir çözüm getirememiş, biraz sonra da, yeni bir dünya savaşının çıkmasını önleyememiştir. Bunda, büyük devletlerin iç ve dış politikalarında meydana gelen değişme ile gelişmeler de, önemli rol oynamıştır.
İTALYA’DA FAŞİZM
Birinci Dünya Savaşı’na büyük ümitlerle giren İtalya, 1-Savaşta kazanan devlet olmasına rağmen istediklerini elde edememesi 2-Ekonominin içine düştüğü durum 3-İşsizliğe bir türlü çare bulunamaması. 4-Asker kaçaklarının sorun oluşturması 5-Siyasal partilerin zayıflığı Sebeplerinden dolayı faşist bir yönetim altına girdi.
İtalya’daki bu durum, 1919’da kurulmuş olan Benito Mussolini liderliğindeki Faşist Partisi’nin işine yaradı. 1921 yılında yapılan seçimlerde Faşistler 35 milletvekili çıkardılar ve bundan sonra daha çok taraftar kazanmaya başladılar. İtalya’daki iç çekişmeler, koyu ulusçuluk politikasına dayanan ve Paris Barış Konferansı’nda küçük düşürülen İtalya’yı güçlendireceğini, Roma İmparatorluğu’nu yeniden kuracağını vaat eden Faşist Partisi’ni daha da güçlendirdi. Bunun üzerine 1922’de Kral III. Vittori Emanuel Başbakanlığı Mussolini’yi bıraktı . Böylece İtalya’da Faşist yönetim kurulmuş oldu.
1.Aşırı ulusçuluğu esas alan Faşist yönetim, kısa süre sonra demokrasiyi kaldırdı 2.Ülkedeki diğer ırklardan olanları zorla İtalyanlaştırmaya çalıştı. Faşist yönetimin Uluslararası Politikaya Etkisi 1. Dış politikada ise, Akdeniz çevresinde sömürge kurmaya, yani emperyalizme yöneldi. 2.Mussolini, Akdeniz’e “Bizim Deniz” (mare nostrum) diyordu ve Roma İmparatorluğu’nu yeniden meydana getirmek istiyordu. İtalya’nın bu yeni yayılma ve genişleme politikası, çevresinde ve Doğu Akdeniz ülkelerinde huzursuzluk yarattı 3. Bu arada İtalya, Yugoslavya ve Yunanistan ile toprak yüzünden anlaşmazlığa düştü. 4.1927yılında Arnavutluk devletini koruyuculuğu altına aldı 5. Mussolini’nin Anadolu’yu da yayılma alanı içine alma düşüncesi, Türk-İtalyan ilişkilerinde soğukluk yarattı. İtalya’nın bu politikası, 1934’te Balkan Paktı’nın kurulmasında önemli rol oynadı. 6.Diğer taraftan İtalya, Ortadoğu’ya sokulmaya çalıştı ve Habeşistan’a el attı. 7.Batıda ise, özellikle Fransa ile diğer sorunların yanı sıra Kuzey Afrika, daha geniş anlamda, Akdeniz egemenliği nedeniyle çekişmeye başladı.
ALMANYA’DA NASYONALİST SOSYALİZM(NAZİLERİN YÜKSELİŞİ)
Almanya’da Nasyonal Sosyalizm’in ortaya çıkışını hazırlayan ortam ile İtalya’da Faşizmin içinde belirdiği ortam arasında büyük benzerlikler vardır.Bu dönemde Almanya toplumsal siyasal ve ekonomik sıkıntılar içinde bulunuyordu.I. Dünya Savaşı’ndan yenik bir ülke olarak çıkmış,İmparator II. Wilhelm ülkeden kaçmıştı.Hükümet,savaş sonrası bir ülkenin sorunları karşısında yetersiz kalıyordu.Yenik bir ülkede,işsizlik sorunu,yüksek enflasyon demokratik ilkelerin üretim biçiminin yürümesini sağlayamıyordu. Bu bakımdan toplumsal koşullar İtalya’daki durumun tekrarı gibiydi.Almanya’da savaş bitince “Alman İşçi Partisi” diye yeni bir siyasal parti kurulmuş ve bu kuruluşa gerçek mesleği boyacılık ve dekorasyonculuk olan Adolf Hitler adlı bir kişi girmişti.Çok geçmeden Hitler,partide etkili olmuş ve partinin adını Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi olarak değiştirmişti. Hitler Almanların yaşamadığı birçok ülkeyi kendi sınırlarına katmak istemektedir.
“Genel politikanın tek amacı, politik gücün tekrar ele geçirilmesidir. Tüm devlet yöne timinin bu amacın gerçekleştirilmesine yöneltilmesi zorunludur. 1. İçte: Almanya’daki halihazır iç politik durumun tam tersine döndürülmesi. Amaca aykırı düşen herhangi bir düşünce tarzının faaliyetinegöz yumulmaması… Gençlikte ve millette, bizi yalnız ve ancak savaşın kurtarabileceği fikrinin yerleştirilmesi… En sert şekilde otoriter devlet yönetimi… 2. Dışa Yönelik: Hitler’in dış siyasası üç aşamada gelişmiştir. a)Versailles zincirlerinin kırılması, b) Bir millet bir devlet ilkesinin gerçekleştirilmesi,yani Almanya’nın sınırları dışında yaşayan tüm Almanların birleştirilmesi ve tek devlet altında toplanması c) Yaşam Alanı:u Nazi Alman emperyalizminin yeni adı idi.Hitler Almanların yaşamadığı birçok ülkeyi kendi sınırlarına katmak istemektedir 3. Ekonomi: Köylü kurtarılmalıdır! Yerleştirme (iskân) politikası… 4. Alman Silahlı Kuvvetlerinin kurulması politik gücün yeniden elde edilmesi amacına ulaşılması için en önemli koşuldur. Genel askerlik yükümlülüğü yeniden konulmalıdır…. Doğuda yeni yaşam alanının ele geçirilmesi ve buranın acımasızca Germenleştirilmesi…”*. Hitler, Almanya içte yeniden güçlenmeye başlayınca, dışta da aktif bir politika izlemeye başladı. Almanya dışında kurulan Nazi partilerini destekledi ve onlardan dış politikası yönünden yararlanma yolunu tuttu. Nazi Yönetiminin Ulusalararası politikaya Etkisi 1-Versailles Andlaşması’nın koyduğu sınırlayıcı durumu ortadan kaldırdı. 2-1934 te Alman ordusunun toplam kuvvetini 100.000’den 240.000’e yükseltti. 3- 1936’da Locarno Andlaşması’ndan ayrıldı ve askersiz alan olan Ren bölgesini işgal etti. Almanya’nın, Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dengeyi bu şekilde zorlamaya ve değiştirmeye yönelmesi, bu dengenin ve statükonun sürmesinde yararı olan diğer devletleri Almanya’ya karşı harekete geçirdi. Bu da, devletlerarası yeni ve önemli sorunlar ile anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına neden oldu.
İSPANYADA İÇ SAVAŞLAR VE FAŞİST YÖNETİM
17 Temmuz 1936 – 1 Nisan 1939 tarihlerinde İspanya’da milliyetçiler ile cumhuriyetçiler arasıda gerçek iç savaş gerçekleşmiştir.. Savaş, 17 Temmuz 1936’da General Francisco Franco’nun komutasındaki milliyetçi güçlerin seçimle işbaşına gelen Cumhuriyetçi “Halk Cephesi” koalisyonuna karşı ayaklanmasıyla başlamıştır. Üç yıl süren ve İspanya’da çok fazla yıkıma yol açan iç savaş, 1 Nisan 1939’da milliyetçilerin zaferi ile sonlanmıştır. Savaşın sonucunda İspanya’da Franco’nun, 1975’deki ölümüne kadar sürecek olan, diktatörlüğü dönemi başlamıştır.
Hitler ve Mussolini isyanın başlamasından hemen sonra Franco’nun emrine birer uçak filosu göndererek 13,500 kişiyi Fas’tan İspanya’ya taşıdılar. Bölgeye Alman, İtalyan ve Arap askeri sevk edildi. Bunun karşısında Cumhuriyetçiler, SSCB’nin desteği ve muhtelif ülkelerden gelen gönüllülerin desteğini aldılar.
Mart 1939’daGeneral Firanco’nun gurubu( Falanjistler), yarım milyon ölü-yaralı, bir milyondan fazla sürgün ve sınırsız tahribata sebep olarak ülkeye hakim oldular. Almanlar deneyim açısından en kazançlı çıkan ülke oldu. İspanya İç Savaşı Hitler’in durumunu güçlendirdi. Fransa üçüncü bir Faşist komşuya sahip oldu.
İspanya’daki Faşit Yönetimin Uluslararası Politikaya Etkisi 1- Akdeniz’deki bu gerginlik Hitler’in Orta Avrupa’da rahat hareket etmesini; 2-Avusturya ile Çekoslovakya’yı ilhakını kolaylaştırdı. 3- Ayrıca Madrid’i Berlin-Roma Anti Kominterin paktına yakınlaştırdı. 4-1940’da Çelik Pakt adını alacak olan üçlü dayanışmanın temelleri de atılmış oldu.
İKİ SAVAŞ ARASINDA BİLİM,TEKNOLOJİ ve SANAT ALANINDAKİ GELİŞMELER SANAT
Ortaya çıkan sanat akımları: 20. yy.da modern sanat ile çağdaş sanat kavramları iç içe geçmiş durumdadır. Değişen toplumsal ve ekonomik ortamın koşullarına uygun bir sanat yaratma çabasıyla geleneksel, tarihsel ya da akademik biçim ve kalıpları yıkmaya yönelen modern sanat, çok çeşitli akımları, kuramları ve eğilimleri içermektedir. 1900-1910 yılları arasında resim anlayışlarında köklü değişimler yaşanmıştır. Bu akım ve üslupların en önemlileri arasında yeni izlenimcilik, simgecilik, na bi’ler, art nouveau, fovizm (1905), kübizm (1907), soyut resim (1910), gelecekçilik (fütürizm), dışavurumculuk (ekspresyonizm), Ascan okulu, süprematizm, yapımcılık (konstrüktivizm), ışıncılık, orfizm, metafizik resim, vortisizm, de stijl, pürizm, dadacılık, yeni nesnelcilik, gerçeküstücülük (sürrealizm), toplumsal gerçekçilik, soyut dışavurumculuk, ham sanat (brüt sanat), pop sanat, minimal sanat,kavramsal sanat ve yeni dışavurumculuk sayılabilir. 20. yy. resimdeki gelişmeler de Betimleyici olmayan ve fıgürlere yer vermeyen (non-figüratif) sanat ile soyut sanat, 20. yy. boyunca önemini koruyan eğilimlerin başında gelmekteydiler. Soyut sanatçılar (1910) doğal görünümleri ya da biçimleri olduğu gibi yansıtmaktan kaçındılar. 20. yy. yaşamının değişen koşullarına karşı duyulan duygusal tepkiyi dile getirme isteği olmuştur. Resim sanatının olanaklarını bu doğrultuda değerlendirmeleri açısından sanatçıların hemen hepsi moderndi. Değişen koşulların başında hızlı yoğun teknolojik değişimler, bilimsel bilgi ve görüşlerin hızla yayılması, geleneksel inanç ve değerlerin görünüşteki anlamsızlığı. Batılı olmayan kültürleri anlama çabaları geliyordu.
20. yy. mimarlığındaki gelişmeler de, kütlelerin ve biçimlerin ritmik düzenlemesiyle, geometrik bir temanın ışık ve gölge ile ifade edilmesiyle, sanayileşen toplumun gereksinimi olarak ortaya çıkan yeni yapı tipleriyle yakından bağlantılıydı
Müzikteki gelişmeler; Plastik sanatlardaki bu gelişmelere paralel olarak 20. yy.da müzik alanında da köklü değişimler yaşanmıştır. 1- Müzikte, kompozisyonun büyükçe bir bölümünün yinelenmesine dayalı bir teknik alan “dizisellik” (seriyalizm) oluşturmaktadır. Arnold Schönberg ve on iki ton müziğinin öteki temsilcileri, kompozisyonda sesleri dizisel olarak düzenleme yöntemini benimserken, diğer bazı besteciler de müziğin başka öğelerini dizileştirmeye yönelmişlerdir. Örneğin Pierre Boulez yapıtlarında ses, ritm, tonalite (gürlük derecesi) ve notaların çalınış biçimini dizisel öğeler olarak kullanmıştır.
2- 20. yy.ın ilk Öte yandan izlenimci ressamların genel estetik yaklaşımından etkilenmekle birlikte, bestelerinde disharmonik müziğe benzer tekniklerden yararlanmayan izlenimci müzikçiler de vardır. İzlenimci müziğin genellikle narin, edilgen ve ruh haline bağlı olduğu düşünülürse de gerçekte bu tür müzikte ölçülülük, vurgudan kaçınma ve durağanlık belirgindir. İzlenimci müzik alanında başı çeken Claude Achille Debussy’den başka Maurice Ravel, Frederick Delius, Ottorino Respighi, Manuel de Falla, Karol Szymanowskı ve Charles Griffes gibi sanatçılar da izlenimci besteciler arasında sayılırlar. Bundan başka 20. yy. müziğine damgasını vurmuş besteciler arasında farklı eğilimleri yansıtanlar ve birer doruk noktası oluşturanlar da bulunmaktadır .Bela Bartok, İgor Stravinski, Sergei Prokofiev, Şostakoviç gibi adlar çağın önde gelen kompozitörleri arasında sayılabilirler.
BİLİM VE TEKNOLOJİ
1900-1945 döneminin başlıca teknolojik gelişmelerini şöyle özetleyebiliriz: 1-Enerji alanında, elektrik enerjisi üretimi dev boyutlara ulaşmış, 2-1913’te petrolün işlenmesinde kraking yönteminin bulunması, plastikler, yapay kauçuk ve yapay elyaf üretimi açısından çok önemli bir adım olmuştur. 3-1911 ‘de vitaminlerin belirlenmesi 4-1928’de penisilinin keşfi 5-1943 ‘te de antibiyotiğin üretimine geçilmesi sağlık alanındaki önemli gelişmeler arasında sayılabilir. 6-1895 ‘te X ışınlarının bulunmasıyla başlayan bir dizi buluş (radyoaktiflik, yapay radyoaktiflik ve 1938’de çekirdek bölünmesi) nükleer çağın yolunu açmış; 7-1903 ‘te ilk uçuşunu yapan uçak, sonraki yıllarda gaz tribünüyle donatılarak jet uçağına dönüşmüş ve 8-1907’de de elektronik lambanın geliştirilmesidir. 9- Böylece modern teknolojinin en önemli bileşeni durumuna gelecek olan elektronik alanında ilk adımlar atıldı ve bunu radar ve televizyonun (siyah-beyaz 1929, renkli 1953) geliştirilmesi izledi. 20. yy.daki en önemli ve tartışmalı gelişmelerden biri de genetik mühendisliği olmuştur. Teknolojinin bilim temeline oturtulmasıyla, 19. yy.dan bu yana bilimsel bilgiden yararlanan teknolojide önemli gelişmeler sağlanmış, öte yandan teknolojik süreçlere de bilimsel ilkelerin uygulanmaya başlandığı gözlenmiştir. Böylece bilim ve teknoloji arasındaki etkileşim sonucunda sistem mühendisliği ve yöneylem araştırmacılığı gibi yeni disiplinler; benzetim (simülasyon) ve matematiksel modelleme gibi yeni yöntemler ortaya çıkmıştır.
FELSEFE
19. yüzyıl sonlarından başlayıp günümüze kadar gelen ve devam eden düşünce geleneklerini ve felsefi akımları kapsar.Her çağın felsefesinin kendi toplumsal, kültürel ve siyasal koşullarıyla etkileşimli olması gibi, 20. yüzyıl felsefesi de kendi siyasal ve toplumsal gelişmelerinden etkilenmiştir.Çağın siyasal olayları, kültürel ve teknolojik gelişmeler, bilimsel alandaki yeni sonuçlar, ortaya çıkan yeni düşünce eğilimlerinin hepsi 20.yüzyıl felsefesinde görülen bilime yönelik sorgulayıcı yaklaşımların, aklın sorgulanması girişimlerinin, dile yönelik ilginin, özne kavramı üzerinde yürütülen tartışmaların, zihin problemlerinin, yeni bir boyut kazanan bilgi sorununun, cinsellik soruşturmasının,yabancılaşma ve iktidar sorunsalının arkaplanını oluşturmaktadır.Bu çağın düşünürlerinin çoğunluğu bir şekilde çalışmalarında çağın kuramsal sorunlarını dillendirmiş ve yanıt arayışında olmuştur.
Önemli akımlar * Analitik felsefe * Dil felsefesi * Yorumsamacılık * Yapısöküm * Varoluşçuluk * Mantıksal Pozitivizm * Nihilizm * Fenomenoloji * Yapısalcılık * Eleştirel teori
Sonuç
Bilimlerin temellerindeki kriz yine çağın hemen başında estetik dünyasına da yansımış, böylece soyut sanat, dizisel müzik, kolaj sanatı ortaya çıkmış ve geleneksel yapılarda çeşitli dönüşümlere neden olmuştur.
ETKİNLİKLER
1-ALMANYA’DA BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDAN SONRA YAŞANAN KRİZLER: HİPERENFLASYON VE İŞSİZLİK |
1918 yılında savaş bittiğinde, Almanya kaybeden ülkeler tarafındaydı. İtalya ise kazanan tarafta olmasına rağmen aslında eline pek bir şey geçmemişti. Ancak Almanya için durum daha da vahimdi çünkü savaştan zaferle çıkan İngiltere ve Fransa, Almanya’yı oldukça ağır şartlar içeren Versailles Anlaşmasın’ı imzalamaya zorlamışlardı.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki sürece baktığımızda, Versailles Anlaşması’nın Almanya’nın ve dünyanın geleceğini ne kadar çok etkilediği ortaya çıkmaktadır.
Versailles Anlaşması’ndan Sonra Almanya’nın Durumu: 1-Almanya’nın silahlı kuvvetlerinin mevcudu 100.000 kişiye indirilmişti. Ayrıca bu ordunun ağır ve stratejik silahlara sahip olma hakkı yoktu. Bu sadece Almanya’nın saldırı ve savunma gücünü azaltmıyor aynı zamanda işsiz kalan askerlerin, işsizliği de arttırmasını sağlıyordu. 2-Almanya’nın sınırları değiştirilmiş ve bazı toprakları elinden alınmıştı. Bunun ekonomik bir sonucu olarak, Almanya tarım yapılabilir ve değerli madenlere sahip arazisinin bir kısmını ve bu arazide yaşayan halkını, yani iç pazarının bir kısmını, yitirmişti. 3- Anlaşmanın getirdiği bir başka ekonomik yük, savaş zararlarının faturasının Almanya’ya kesilmesiydi. İlk çıkarılan hesap, 269 milyar altın paraydı (Goldmark). Bu Almanya için ödenmesi imkansız bir meblağ idi. İlerleyen yıllarda önce enflasyon, daha sonra da işsizlik ve 1929’daki büyük ekonomik kriz Almanya’nın sosyal, ekonomik ve politik hayatını ve geleceğini belirleyen önemli faktörler oldular. Bu ortam 1933 yılında Nazi Partisi’nin iktidara gelişinde ve 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasında çok önemli bir pay sahibi oldu.
Almanya ekonomisinde 1914-1923 yılları arasındaki enflasyon: Savaş öncesi ve savaş sonrası Almanya’yı kıyaslamamız gerekirse, Almanya savaş öncesinde borç veren bir devletken, savaş sonrasında borç alan bir devlet olmaya başlamıştır. Almanya’nın savaş sonrasında ekonomik açıdan yaşadığı problemli dönemin ilk beş yılına damgasını vuran kavram enflasyondur. Enflasyon dönemini, üç zaman aralığında inceleyebiliriz. 1) 1914 – 1918 Birinci Dünya Savaşı’nın yapıldığı dönemdir. Almanya için enflasyon, savaşla beraber başladı. İngiltere ve Fransa gibi büyük güçlerle yapılacak olan savaşı finanse edebilmek için, Almanya vergileri arttırmak veya ek vergi koymak yerine para basma yolunu seçti. Ağustos 1914 tarihine kadar kağıt para merkez bankasındaki (Reichsbank) altın rezervleriyle destekleniyordu. Bu tarihten itibaren bu uygulama durduruldu. Böylece altın rezervlerinin azalmaması hedefleniyordu. Hatta daha da öteye gidilerek, Alman halkı elindeki altın paraları banknotlarla değiştirmeye teşvik edildi. Böylece Almanya’nın elindeki altın rezervi artacak ve Almanya uluslararası ticaretini sürdürebilecekti. Savaşın ilerleyen yıllarında paranın değeri düşmeye devam etti ve dereceli bir şekilde altın paranın da değeri düşürülerek sonunda tamamen piyasadan kalktı. En çok kullanılan para, kağıt para yani Papiermark oldu.
Almanya savaş sürerken hiçbir zaman savaşı kendi kaynaklarıyla finanse etmeyi düşünmedi. Asıl niyet savaş bittikten sonra savaş zararlarını mağlup olan devletlere ödettirmekti. Tabii bu planın olmazsa olmaz şartı Almanya’nın savaşı kazanmasıydı ancak yapılan hesaplar tutmayınca ilerde görüleceği gibi büyük sorunlar çıktı.
Para arzındaki bu yükseliş, üretimde bir yükseliş olmadığı için fiyatların yükselmesine yol açtı.
Fiyatlardaki bu değişimin yanısıra, halkın yiyecek gibi temel maddeleri edinmekte zorlanması ve son olarak savaşın olumsuz gidişatı, sosyal huzursuzluğu beraberinde getirdi. Kasım 1918’de donanmada çıkan isyan bütün ülkeye yayıldı ve bunun sonucunda İmparator tahtı bırakarak Almanya’dan kaçtı. Böylece Weimar Cumhuriyeti dönemi başladı. Weimar Cumhuriyeti’nin Versailles Anlaşması’nı imzalaması halkın büyük bir bölümünün antipatisini beraberinde getirdi. Hatta cephedeki askerlerin bir bölümü “arkadan vurulduklarını” düşünüyorlardı. Böylece ekonomik krizden önce siyasi açıdan negatif bir çok faktör hazırdı.
Versailles Anlaşması’nın ekonomik açıdan etkileri: 1-Almanya, savaş öncesindeki topraklarının % 13.05’ini kaybetti. 2-Demir açısından oldukça önemli Lorraine bölgesinin Almanya’nın elinden çıkması demir-çelik endüstrisi için büyük bir darbe oldu. 3-Saar ve Yukarı Silezya bölgelerinin elden çıkması da benzer etkiler yarattı. 4- Ayrıca tarım yapılabilir alanın %15.5’i elden çıktı. Bütün bunların sonucu olarak Almanya birçok açıdan dış dünyaya bağımlı bir ülke haline gelmişti. Bunun yanında tarım yapılabilir arazinin azalması Almanya’yı endüstriyel hammaddeleri dışardan almaya yöneltti. Almanya ekonomisini savaş sonrasında etkileyen faktörler de doğal olarak bu alanlarla ilgili olacaktı. 5-Bütün bunlara ek olarak Versailles anlaşması, 269 milyar altın Mark gibi ödenmesi zor bir savaş tazminatı da getirmişti. Bir sene sonra yapılan görüşmelerle bu miktar 132 milyara düşürüldü. Yine de bu ödenmesi neredeyse imkansız bir meblağ idi. Zafer kazanan devletlerin istediği bu tazminat ekonomik krizin önemli bir etkenidir ve bu tazminata bağlı olaylar dolaylı olarak ekonominin gidişatını etkilemiştir, ancak bu tazminat tek başına olayların kötü gidişinin sebebi değildir. Hatta daha da ileri gidip, savaş tazminatı ekonomik değil psikolojik bir sorun olmuştur bile denilebilir.
2) 1919-1922: II.Wilhelm’in Hollanda’ya kaçmasından sonra yapılan Ocak 1919 seçimlerinde, sosyal demokratların önderlik ettiği bir koalisyon hükümeti kuruldu. Hükümetin başına gelen Friedrich Ebert ve koalisyon hükümeti bir çok sorunla baş etmek zorundaydılar.
BU SORUNLAR:
1-ordunun mevcudu 100.000 kişiye indirildiği için işsiz kalan askerlere bir şekilde iş bulunması gerekiyordu. 2-hükümetin hedeflediği veya söz verdiği projeler oldukça fazla kaynak gerektiriyordu. Mesela gazilere ve eşleri savaşta öldüğü için dul kalanlara parasal yardım yapmaya söz verilmişti. Yine bürokrasinin iyi bir şekilde işlemesi için yeterli derecede maaşverilmeliydi ancak bu maaşın nasıl finanse edileceği büyük bir soru işaretiydi çünkü yeni hükümetin eski dönemden üstlendiği 175 milyar Mark’lık borç zaten tek başına büyük bir mali yükümlülük getiriyordu. 3-Son olarak İngiltere ve Fransa tarafından ödenmesi istenen tazminat mali durumu olukça zorlaştırıyordu.
Savaş sonrasında ekonomik sıkıntı yaşayan tek ülke Almanya değildi. İngiltere ve Fransa gibi ülkeler de ekonomik sıkıntı içindeydiler. Amerika savaş sonrasında ekonomik küçülmeye ve bu yolla fiyatları düşürmeye yöneldi. Almanya ise para basmayı sürdürme yoluna gitti. Başka bir deyişle hükümet altından kalkması zor olan finansal durumunu para basarak çözmeye karar verdi. Bir bakıma bu, Almanya’nın içinde bulunduğu koşullar arasında yapılabilecek en mantıklı şeylerden biriydi. Yeni Alman cumhuriyetinin anayasası demokrasi ilkesine göre hazırlanmıştı. herkes kendi kısa vadeli çıkarlarını korumanın peşindeydi ve kimse vergi ödemek istemiyordu. Böylece vergi toplama konusunda etkinliği azalan hükümet için para basmak tek çözüm olmuştu. Kısa vadede bu politika Almanya için oldukça faydalı oldu. Diğer ülkeler ekonomik küçülmeye giderken, Almanya para arzını devamlı arttırarak ekonomide büyümeye gitti. Ancak kısa vadede oldukça başarılı olan bu politika uzun vadede daha büyük bir ekonomik kriz getirecekti.
Alman ekonomisi, sürekli para basarak finanse edildiği için bir süreliğine işsizlik oldukça azaldı. Ülkenin bir çok yerinde yeni fabrikalar açıldı ve yeni zenginler ortaya çıktı. Almanya’nın kısa bir dönem için ekonomik refaha ulaştığı bu dönemde Karl Helfferich ve Mathias Erzberger üzerinde biraz durmak gerekmektedir. Matthias Erzberger ekonomik alanda Helfferich gibi önde gelen bir kişi değildi. Versailles Anlaşması’nı imzalayan delegelerden biri olduğu için özellikle milliyetçiler tarafından sevilmeyen birisiydi. Ancak ekonomiyi düzeltme açısında başarılı bir performans göstermişti. Erzberger ilk olarak vergileri yükseltti. Bunu sıkı para politikası izledi. Böylece 1920 yılına gelindiğinde hızlı bir şekilde yükselmekte olan fiyatlar duruldu ve dengeye oturdu. Yaklaşık bir yıl için enflasyon oldukça azaldı. Yine bu dönemde Almanya’nın ekonomik büyümesi başladı. Ancak bunu yaparken Erzberger yoğun baskı altındaydı. Özellikle Helfferich ve enflasyondan kârı olan kişiler Erzberger’in yaptıklarından memnun değildiler. Helfferich, Erzberger’i yolsuzluk yapmakla suçladı ve yargının Erzberger’i suçlu bulması üzerine Erzberger istifa etti. Bunun sonucunda vergiler azaltıldı ve bütçe açığı artmaya başladı. Ayrıca Merkez Bankası yeniden para basmaya başladı. Böylece 1921 yazına gelindiğinde enflasyon yeniden yükselmeye başladı. Almanya, enflasyon deneyiminde artık son dönemece gelmişti.
3) 1922-1923 Bu dönem Almanya’da enflasyonun son dönemidir. Bu dönemde enflasyonun hiperenflasyona dönüştüğünü görüyoruz. Aslında bu anormal bir durum değildi çünkü Erzberger’in ekonomi üzerindeki kontrolünün sona ermesinden sonra artık Merkez Bankası’nın devamlı para arzını arttırması önlenemez bir hale geldi. Hiperenflasyonun oluşmasında bunun gibi ekonomik sebeplerin yanı sıra politik sebepler de vardı. Mesela Alman Merkez Bankası (Reicshbank) başkanı Dr. Rudolf Havenstein, sürekli olarak, para arzının ne fiyatları ne de döviz kurlarını etkileyemeceğine dair olan görüşünü savunuyordu. Kendisine göre asıl görevi, ekonomiye olabildiğince fazla para pompalamaktı. Görüldüğü gibi para arzı konusunda doğrudan yetkili bir kişinin para arzını ve dolayısıyla enflasyonu sürekli arttırması, hiperenflasyonu Almanya’nın kaderi haline getirmişti. Ayrıca devamlı ertelenen savaş tazminatı konusu bu dönemde artık ciddi bir problem haline geldi. Almanya’nın bu tazminatı ödememesi üzerine, Fransa Almanya için çok önemli olan Ruhr bölgesini işgal etti. Bu bölge Almanya sanayisi açısından çok önemli bir bölgeydi ve Fransa tarafından işgal edilmesi çok ciddi sorunlar yarattı.Almanya’nın neredeyse sanayi merkezi olan Ruhr bölgesinin elden çıkmasıyla dış ticaret dengesi iyice bozulmuş, sanayinin aldığı bu darbeyle Alman parasına olan güven iyice azalmıştı. Artık Alman ekonomisi sadece para basılarak devam ettiriliyordu. Paraya olan güvenin azalmasıyla fiyatların artışı hızlandı. Tarımla geçimini sağlayan kişilerden esnafa kadar herkes, kağıt paraya karşılık mallarını satmaktan kaçıyordu. Bu durum temel gıda maddelerinin sağlanmasında zorluklar çıkardı. Öte yandan Fransız hükümeti de Ruhr’daki pasif direniş sona ermediği sürece savaş tazminatı konusunda bir anlaşmaya varamayacaklarını bildirince sürdürülen ekonomi politikasının faydasız olacağı ortaya çıktı.. Ardından Ruhr bölgesindeki yerel halk direnişine son verdi. Böylece Ruhr’da ekonomik hayat tekrar başladı. Ancak Almanya’nın ekonomisinin kurtulabilmesi için radikal kararlar almak gerekiyordu.
15 Ekim 1923 tarihinde Reichsbank’ın yerine Rentenbank adında yeni bir kuruluş devreye girdi. Bu bankanın para arzı 3.200.000.000 altın Mark seviyesinde sabit tutulacaktı. Ayrıca 1 Rentenmark, 1 trilyon değerinde kağıt paraya (Papiermark) sabitlendi. Bunun dışında İngiltere ve İngiltere’nin baskısıyla Fransa, uluslararası bir komitenin Almanya’nın tazminatları ödeme kapasitesini saptamasını ve savaş tazminatının buna göre yeniden düzenlenmesini kabul etti.
Sonuç olarak enflasyon, geldiği gibi hızlı bir şekilde Alman ekonomisini terk etti. Enflasyon zamanında hızla ortaya çıkan yeni zenginler ve yeni fabrikalar, enflasyonla beraber ortadan kayboldular. Enflasyon bittiğinde Almanya’nın aslında sanayi kapasitesi olarak Avrupa’nın çok gerisinde kaldığı ortaya çıktı. Doğal olarak, ekonominin büyümesinin sebebi olan devamlı artan para arzı ortadan kalkınca, işsizlik devasa boyutlara ulaştı. Böylece Almanya’nın enflasyon dönemi son buluyor, ekonomik krizin bir sonraki dönemi olan stabilizasyon ve işsizlik başlıyordu.
2-ALMANYA’NIN YENİDEN YÜKSELİŞİ |
Adolf Hitler’in iktidara gelişi, işsizlik probleminin çözülmesi ve yeni ekonomik düzen: 1923 yılında başarısız bir darbe girişiminde bulunduktan sonra Landesberg hapishanesine hapsedilen Adolf Hitler, iktidara ulaşmak için kafasında kurduğu bütün planları ortadan kaldırıp yepyeni bir plan yapmıştı: İktidarı zorla değil, demokrasi yoluyla, halkın isteğiyle ele geçirecekti.Hapisten çıktıktan sonra bu planını başarıyla uygulayan Adolf Hitler, iktidara gelene kadar, partisinin parlamentodaki koltuk sayısını genel olarak hep yükseltti. 1933 yılına gelindiğinde ise Adolf Hitler, Almanya başbakanı olmaya hak kazandı. Ülkedeki karışıklığı ileri sürerek kendisine neredeyse sınırsız yetkiler veren bir kararname çıkartılmasını sağladı. Nazi Partisi’nin parlamentodaki koltuk sayısı istedikleri kararları almalarını sağlayacak kadar fazlaydı. Adolf Hitler bu aşamadan sonra ülkedeki bütün partileri sırayla, belli nedenler bularak, kapattı. Böylece Almanya 1945 yılına kadar sürecek tek partili bir politik yaşama başladı. Başta bulunan kişi ise Almanya’nın yeni diktatörü oluyordu. Hitler, kendisine bağlı SS, Gestapo gibi polis örgütleriyle ülke içerisinde muhalefet çıkmasını önlüyor, çıkan herhangi bir muhalifi de ortadan kaldırıyordu. Kısacası Hitler bütün gücü elinde tutuyordu.
EKONOMİYİ DÜZELTMEK İÇİN ALINAN TEDBİRLER:
1-Hitler’in Almanya’nın başına geçmesi ekonomik açıdan bir çok önemli sonuç doğurdu. Hitler’in yaptığı en önemli şeylerden biri Versailles Anlaşması’nı “yırtmak” oldu. Bu anlaşmayla gururu kırılmış olan Alman halkı, açıkçası Hitler’i bu noktada destekliyordu. Bu aynı zamanda savaş tazminatlarının ödenmemesi ve ordunun tekrar büyümesi anlamına geliyordu, ki bu da orduyu memnun ediyordu.
2-Hitler’in ekonomi bakanı, Dr. Hjamar Schacht, öncelikle ithalatı belli bir seviyenin altında tutmak için bazı önlemler aldı. Ayrıca dış ticareti de değiş-tokuş (barter) anlaşmalaralıyla sınırlandırmaya çalıştı. Bunu yaparken amacı, Almanya’nın servetini Almanya içinde tutabilmekti. 3-Öte yandan devlet harcamalarında önemli bir artış yaşandı. En önemli proje bütün Almanya’yı kapsayan otoban projesiydi. Elektrik hizmetinin yaygınlaştırılması da bir başka projeydi. Kısacası devlet hem yatırım yaptı hem de özel sektörü belli yatırımlara kanalize etti.
4-Almanya’da ücretler ve yaşam standartı çok yüksek değildi. Ancak hükümetin amaçladığı da yaşam standartını değil üretimi yükseltmek olmuştu. Doğal olarak düşük ücretler daha fazla işçinin iş bulmasını sağlıyor ve üretimi arttırıyordu. Ancak burada işçiler tamamen haklarından arınmış, karın tokluğuna çalışan bir kesimin üyeleri değildiler. Örneğin işçiler, işverenlerinin kendilerini sömürmelerini önleyebilmek için mahkemeye başvurup işverenlerini dava edebiliyorlardı. Bu işle ilgilenecek bir mahkeme kurulmuştu. Ayrıca Almanya’da işçiler arasındaki görüş “belki az maaş alıyoruz ama en azından artık açlıktan ölme ihtimalimiz yok” şeklindeydi.
5-Alman kadınlarını, geleneksel Alman kadınının yaptığı şeylere (mutfak, çocuk ve kilise – küche, kinder und kirche ) çekmek için, Alman kadınlarını iş gücünden çıkarıcı önlemler alındı. Mesela çalışmayan Alman kadınları, çalışanlara göre daha az vergi ödeyeceklerdi. Bu da işsizliği göreceli olarak azaltan bir durum oldu.
Almanya’da, işsizliğe dair rakamlara baktığımızda, 1939 yılına kadar işsizliğin neredeyse mucizevi bir şekilde azaldığını görüyoruz:
Ocak 1933 tarihindeki işsizlik, Alman işgücünün neredeyse % 50’sine denk geliyordu. İşsizlikteki bu azalmada bir çok etken rol oynadı. Yukarda da belirtildiği gibi kadınların dolaylı olarak iş gücünden çıkarılması, işsizliği önemli ölçüde azaltan bir faktördü. 6-Ayrıca Yahudiler’e karşı artan düşmanlığın bir sonucu olarak, 1935 yılında Yahudilerin Alman vatandaşlığından çıkarılması, işsizlik istatistiklerini aşağıya çeken diğer bir faktör oldu.
7-İşçilere ödenen ortalama ücret, önceki senelere göre daha azdı. Bu konuda işçilerin seslerini yükseltmeleri biraz zordu. Bir kere işçi haklarını savunabilecek bir sendika yoktu. Ayrıca Nazi Almanya’sında sisteme başkaldıran bir kişi, kendini bir toplama kampında bulabilirdi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ilerleyen dönemlerinde artan Bolşevizm düşmanlığı göz önünde tutulursa, işçi haklarını savunmaya çalışacak bir hareketin ne gibi sonuçlarla karşılaşacağını kestirmek zor değildir. Zaten Nazi Partisi iktidara geldiği dönemden itibaren komünistlere karşı bilinçli bir temizleme politikası uygulamaya başlamıştı. Son olarak da, yoğun bir politik belirsizlik yaşamış ve açlıktan ölme seviyesine gelmiş olan Alman halkı, düşük maaş almayı pek de önemsemiyordu. En azından artık açlıktan ölme tehlikesi ortadan kalkmıştı.
8-Bir başka önemli etken de, 1935 yılında askere almanın yeniden başlatılması oldu. Askere almanın tekrar başlamasıyla, işsiz olan erkek nüfusun önemli bir kısmı silah altına alınarak, işsizlik daha da azaltılmış oldu. Burada gözden kaçmaması gereken bir diğer nokta da, Versailles anlaşmasını tanımayan Almanya’nın, top, tank, uçak gibi silahlara olan artan ihtiyacı ve de bunun Alman sanayisine olan olumlu etkisidir. Alman ordusunun bütün donanımı Alman fabrikaları tarafından sağlanıyordu. Bu da sanayi için oldukça olumlu bir etki oldu.
9-Alman hükümeti, İmparatorluk Çalışma Servisi (Reicsharbeitsdienst – RAD) adında bir kurum kurdu. Bu kurumlarda çalışan kişiler, hep beraber kamplarda yaşıyor, ve de sulama kanallarının yapımı veya otoban projesi gibi işlerde çalıştırılıyorlardı. Hükümet bu kurumda çalışan kişiler için belli çalışma programları hazırlamıştı. Burada çalışan kişilerin aldığı ücret pek yüksek değildi ama en azından işleri vardı ve hükümetin yaptığı bu uygulamaları ekonomik durumu düzeltmek için gösterilen çabalar olarak görüyorlar ve olumlu karşılıyorlardı. 10- Almanya’da yasaklanan sendikaların yerine, devlet tarafından Alman İşçi Cephesi adı altında bir kurum kuruldu ve başına Robert Ley adında bir kişi getirildi. Doğal olarak bu kurum sendikaların yaptığı şeyleri yapmıyordu. Ancak işçileri korumak için belli önlemler alınmıştı. Mesela bir işçi, rasgele işten çıkarılamıyordu. Buna karşın bir işçi de istediği zaman işi bırakamıyor ve işinden memnun değilse veya başka bir iş yapmak istiyorsa, gerekli düzenlemeler devlet tarafından yapılıyordu ve bu süreçte, çalışanlar normal işlerine devam ediyorlardı. 11- Bir başka önemli nokta da artan iş saatleriydi. Eskiden haftada 60 saat olan çalışma süresi, 1939 yılında 72 saate çıkmıştı. 12-Hem işçiler hem de sıradan insanlar için ucuz tatiller ve geziler düzenleniyordu. Her ne kadar bu gezilerde yer bulmak zor olsa da, halkta olumlu bir etki yarattı. 13-Bütün işçilerin bir arabaya sahip olabilmesi için haftalık ücretlerinden belli bir miktar bir fona yatırıldı. Volkswagen otomobillerinin doğuşu bu olayla olmuştur. Ancak toplanan fonlara rağmen hiçbir işçiye araba verilmedi ve bütün para Alman savaş ekonomisine akıtıldı. 14-Öte yandan işçilerin boş zamanlarında yapacakları şeyler de önceden ayarlanıyordu. Her Alman işçisinin yılda 3.740 saat dinlenme süresi vardı. Bu dinlenme süresinde yapacakları aktivitelerin hepsi devlet tarafından düzenleniyordu. Sonuç olarak baktığımızda, Alman işçisi düşük ücretle daha fazla çalışıyor ve belki biraz da kandırılıyordu. Yine de işçiler buna karşı çıkmıyorlardı; veya çıkamıyorlardı çünkü Alman toplumuna hakim olan korku herkes gibi onları da sindirmişti.
Sonuç:, Alman ekonomisinin 1933’ten itibaren savaş yıllarına kadar olan performansına baktığımızda, en önemli gelişme işsizlikte görülmektedir. Şu veya bu nedenle işsizlik neredeyse tamamen ortadan kaldırılmıştır. Özellikle 1935 yılından itibaren başlayan silahlanmanın da olumlu etkisiyle üretim arttırılmıştır. Ancak işçilerin aldığı ortalama maaşa ve Alman halkının yaşam standartına baktığımızda önemli bir gelişme olmamıştır. Bunun önemli bir sorun çıkarmamasının en önemli sebepleri, muhalefetin sert bir şekilde bastırılması ve çok kötü günler görmüş olan Alman halkının artık azla yetinmeye alışmış olmasıdır. Bu nedenle Hitler’in Alman ekonomisini düzeltme açısından gösterdiği performansta, bir diktatör olmasının ve elinin altında önemli baskı ve sindirme mekanizmalarının bulunmasının, yadsınamaz ve işini kolaylaştırıcı bir etkisi olduğu sonucuna varmaktayız.
3-ALBERT EINSTEIN |
1908 yılında Bern’de okutman olarak göreve geldi. 1909 yılına gelindiğinde Zürich Üniversitesi’de profesör olarak çalışmaya başladı. Bir süre Prague Charles Üniversitesi’nde çalıştıktan sonra 1912’de Zürich’deki görevine geri döndü. 1914 yılında 1. Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra Berlin’de profesör olarak yerel bir üniversitede çalışmaya devam etti. Prusya’da Academy of Science’a üye oldu. Prusya vatandaşlığına başvurdu. 1914’den 1933 yılına kadar Kaiser Wilhelm Fizik Entitüsü’nde müdürlük yaptı. Yine 1920’den 1946 yılına kadar Leiden Üniversitesi’nde üstün profesörlük ünvanıyla çalışmalarını sürdürdü. 1917 yılında “On the Quantum Mechanics of Radiation” (Radyasyonun Quantum Mekaniği Üzerine) adlı makalesini yayımladı. 1919 yılında Mileva’dan boşandı, ardından kuzeni Elsa Löwenthal ile evlendi. Elsa, Einstein’nın yaşlılık yıllarında yanında oldu ancak hiç çocuk yapmadılar. 1915 yılında Prusya’da Academy of Science’da bulunduğu sırada genel izafiyet kuramını oluşturdu. Newton’nun çekim yasalarından yararlanarak kendi teorisini oluşturdu. 2. Dünya Savaşı’ndan dolayı yayımları Almanya’dan dışarıya ulaşamadı. Einstein’nın bu yeni teorisi Hendrik Antoon Lorentz ve Paul Ehrenfest tarafından keşfedildi. İngiltere’deki birçok astronom bu teoriyi inandırıcı bulmadı. 1917 yılındaki güneş tutulmasındaki gözlemler ile teorinin gerçekliği ortaya çıkacaktı. Ertesi yıl güneş tutulmasına ait fotoğraflar incelendi. Einstein, kütlenin uzay- zamanı geometrik olarak eğmesi, uzak yıldızlardan gelen ışıkların eğrilmesine neden olduğu savunuyordu. Bu eğrilik iç bükey olmalıydı. Bu teori bilim dünyasında büyük bir yankı uyandırdı. 1921 yılında Einstein teorisi üzerinde çalışmak için New York’a gitti. 1933 yılında Hitler’in ırkçı politikasından dolayı Alman vatandaşlığından çıkarak Amerika’ya geçti ve buranın vatandaşlığına geçti. Amerika Birleşik Devletleri’nde Princeton Üniversitesi’nde Institute of Advanced Study’de profesörlük hayatına ve çalışmalarına devam etti. 1945 yılında Princeton Üniversitesi’nden emekli oldu. 1926 yılında ise Leo Szilard ile zehirli gaz çıkarmayan buzdolabı projesi üzerinde çalıştı. 1933 yılında Almanya’da Nasyonal Sosyalist Partisi’nin iktidara gelmesiyle yasalar yüzünden çalışmalarına izin verilmeyen 40 bilim adamı adına Mustafa Kemal ATATÜRK’e bir mektup yazarak onların Türkiye’de çalışmalarına devam etmelerini istemişti. Atatürk bu isteği kabul ederek İstanbul Üniversitesi’nde çalışma imkanı tanımıştı. Bu dönem Einstein’a İsrail Başbakanlığı teklif edildi ancak Einstein teklifi kabul etmedi. Dr. Chaim Weizmann ile Jerusalem Musevi Üniversitesi’ni kurdu. 1945 yılında Roosvelt’e yazdığı mektupta nükleer silahların yapılabileceğinden bahsetti. Daha sonra nükleer silahların oluşumuna ve kullanılmasına neden olduğu için büyük pişmanlık duyduğunu hep dile getirdi. Hayatının geri kalanında da Atom Bombası’nın kullanım şeklinden rahatsızlığını dile getirerek, buna karşı bir tutum izledi. 1948 yılında Brendeis Üniversitesi’nin komitesinde görev aldı. 18 Nisan1955 yılında 76 yaşında iç kanama sonucu hayatını kaybetti. “Generalized Theory of Gravitation” adlı çalışması yarım kaldı. Ölümünden sonra otopsisini yapan Dr. Thomas Stoltz Harvey beynindeki anormaliyi fark etti. Paryetal lobunun normal insanlarınkinden %15 daha büyük olduğunu keşfetti. Beynin bu bölgesi matematik ve görsel yetenekle ilgili becerilerinin geliştiği bölge idi. Ayrıca Einstein’nın beyninin normal insanlardan %73 daha kıvrımlı olduğu gözlemlendi.
Einstein’ın araştırmaları (kronolojik sıra ile); Özel Görelilik Teorisi (1905), Görelilik (İngilizce çevirileri 1920 ve 1950), Genel Görelilik Teorisi (1916), Brown Devinimi Teorisi Üzerine Araştırmalar (1926), ve Fiziğin Evrimi (1938). Bilimdışı çalışmaları arasında Siyonism Hakkında (1930), Neden Savaş? (1933), Benim Felsefem (1934) en önemlileridir.
II.DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİNDE TÜRKİYE TÜRKİYE’NİN MİLLETLER CEMİYETİ’NE GİRİŞİ(18 Temmuz 1932) Türkiye 4 yıllık ağır ve zorlu bir mücadelenin sonunda kazandığı kesin bir zaferin ardından 24 temmuz 19232te imzaladığı Lozan Barış antlaşması ile uluslar arası planda kendisini resmen tanıtmış , bunun ardından da 29 ekim 19232te Cumhuriyet’i ilan ederek ,yeni devleti resmen kurmuştur. Bundan sonra bir yandan iç meselelerini halletmeye çalışırken bir yandan da uluslar arası ilişkiler kapsamında çözüm bekleyen sorunlarını çözme gayreti içine girmiştir.bu çerçevede çeşitli devletlerle olan sorunlarını ,yeni bir devlet olmasına rağmen kendi açısından başarılı sayılabilecek bir şekilde tek tek yoluna koyarken ,bir yandan da uluslar arası gelişmeleri çok yakından izleyerek ,fırsatları en iyi şekilde değerlendirip ,uluslar arası barış ve güvenliği sağlama çalışmalarına aktif olarak katılabilmenin yollarını aramıştır. Türkiye’nin kendi dışındaki gelişmeler nihayet 1930’lu yıllara girildiğinde ona bu fırsatı vermiş ve Türkiye , hem de onurlu bir şekilde 18 Temmuz 19322de o zamanın dünyada ki en büyük uluslar arası kurulu olan milletler Cemiyeti(Cemiyet-i Akvam)’ne girmiştir.Bu Türkiye’nin 19242lerden beri izlediği başarılı dış politikanın ona kazandırdığı başarılı bir sonuçtur.
BALKAN ANTANTI (9 Şubat 1934) Antantın Oluşmasının sebepleri: 1-19332den sonra İtalya’nın hızlı bir şekilde silahlanarak Balkanlara yönelik politikalar üretmesi Balkan devletlerini ve Türkiye’yi endişelendirmiştir. Antantı oluşturan devletler: Türkiye,Yunanistan ,Romanya ve Yugoslavya Bu antant devletlerin toprak bütünlüğüne saygı gösterme ve iç işlerine karışmama esasına dayanıyordu. Önemi: 1-Türkiye –Yunanistan sınırı güvence altına alındı. 2-Türkiye bölgede lider konumunda olduğunu gösterdi. 3-Türkiye bölgede barışa katkıda bulunmak istediğini gösterdi. 4- Montrö antlaşması için Türkiye taraftar buldu NOT:Balkan Antantı II.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla dağıldı.
MONTREUX (MÖNTRÖ)SÖZLEŞMESİ VE HATAY MESELESİ Montrö Sözleşmesi TÜRKİYE Lozan’da Boğazlar ile ilgili hükümleri , güvenlik konusunda Milletler Cemiyeti ‘nin etkili olacağı ve Avrupa’da silahsızlanmanın gerçekleşeceği ümidi ile kabul etmiştir. 1933 yılından itibaren Almanya ve İtalya’nın hızlı bir şekilde silahlanması ve Milletler Cemiyeti’nin bu duruma bir çare bulamaması Türkiye’yi boğazların güvenliği konusunda endişelendirdi.Lozan Antlaşmasının Türkiye ‘yi boğazlar konusunda kısıtlayan hükümlerinin kaldırılması için Türkiye 10 Nisan 1936’da Lozan’ı imzalayan devletler e bir nota gönderdi.Antlaşmaların hiçe sayıldığı ve devletlerin dost arayışı içinde olduğu bir dönemde Türkiye’nin istekleri olumlu karşılandı ve boğazların sütatüsü İsviçre’nin Montrö kentinde tekrar görüşüldü. Montrö sözleşmesinin İçeriği: 1-Boğazlar komisyonu kaldırılarak görevleri Türk Devletine devredildi. 2-Boğazlara Türkiye’nin asker sokması kabul edildi. 3- Ticaret gemilerinin boğazdan serbest geçişi kabul edildi. 4-Savaş gemilerinin Boğazlardan geçişine sınırlama getirildi. 5-Savaş zamanında Türkiye’ye boğazları kapatma hakkı verildi. ÖNEMİ: 1- Misak-ı Milli yönünde önemli bir adım atıldı. 2- Türkiye’nin uluslar arası güç dengesinde önemi arttı. 3- SSCB kendisini Karadeniz’de güvende hissetti. 4- Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki durumu güçlendi. Açıklamalar: 1-İtalya sözleşmeyi daha sonra imzaladı.(İtalya Habeşistan’a saldırdığı zaman Milletler Cemiyetinde olan Türkiye de İtalya’nın bu davranışını kınamak zorunda kalmıştı.) 2- İngiltere Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de güçlü olmasını istemiyordu. 3-SSCB Lozan’ın oluşturduğu Boğazlar rejimini beğenmiyordu. 4-Japonya II.Dünya Savaşı’ndan sonra görüşmelerden çekildi.
SADABAT PAKTI(9 TEMMUZ 1937) Sebebi:
İtalya’nın Akdeniz Havzası ve Ortadoğu’ya yönelik saldırgan tutumu. Katılan Devletler: Türkiye,İran, Afganistan ve Irak Önemi: 1-Türkiye ,İran ve Irak sınırı güvence altına alındı. 2-İtalya’ya karşı Balkanlar’da önemli bir caydırıcılık rolü üstlenmiş olan Türkiye Sadabat Paktı ile tavrını devam ettirerek dünya barışına katkıda bulunmak istediğini göstermiştir. 3-Türkiye bölgede öncü durumda olduğunu göstermiştir. NOT:II.Dünya savaşı başlatınca pakt dağılmıştır.
HATAY SORUNU: Fransa 1936 Yılında Hatay’dan çekilerek bölgeyi Suriye’ye bırakmak isteyince ;bu durumun Ankara Antlaşmasına uymadığını ileri süren Türkiye Milletler Cemiyetine başvurdu. II.Dünya Savaşı’nın belirtileri oluştuğundan dolayı Fransa Hatay meselesinde Türkiye’yi pek uğraştırmadı.3 Temmuz 1938’de Hatay meselesi çözümlendi.Bu çözüm doğrultusunda;5 Temmuz 1938’de Türk askerleri Hatay’a girdi.2 Eylül 19382de Hatay Meclisi açıldı.Tayfur Sökmen devlet başkanı,Abdurrahman melek başbakan oldu. Hatay Meclisi’nin verdi ği kararla 29 Haziran 1936’da Türkiye’ye katıldı. ÖNEM: 1-Misak-ı Milli yönünde son adım atıldı. 2-Güney sınırı son halini aldı. 3-Mustafa Kemal II.Dünya Savaşı öncesi gelişmelerini Türkiye’nin lehine kullanarak dahiyane bir siyaset izlediğini gösterdi. NOT:Hatay Türkiye’ye katılan son toprak parçasıdır.
SONRAKİ SAYFAYA GEÇİNİZ
[wp_ad_camp_5]
SAYFA NUMARALARINI KULLANINIZ
İlk yorum yapan olun